21 Kasım 2013

planlı programlı

yine yazmak gerek. kafayı toplamak için. günlük var yetmemek. ben var çok dağılmak.

haftaya pazartesiye ödev teslim etmek gerek. 2 kitabı okuyup haklarında bikaç sayfa döktürmek gerek.
salıya bi kitabı okuyup döktürmek gerek, bu daha yapılabilir duruyor. yaklaşık 100 sayfa.
perşembeye vize var. çalışmak gerek. salıdan sonra şöyle bi göz atsam yeter.

bi de sözde freelance bi işim var. evden çalışmak ne nalet bi şeymiş. çalışamıyorum. ders mi daha önemli iş mi? para lazım. aylık almıyorum, yaptığım iş kadar para alıyorum. ama dersler var? ama para nerden gelecek? ailemden para istememeye söz vererek girişmedim mi ben bu yüksek işine? zaman yetmiyor. internet başında sinek gibi oyalanırsan yetmez tabi..ya da günde min 8 saat uyursan..bunları düşünürken bi bakmışım ne ders için ne iş için bi bok yapmamışım.

bu tembelliğe bakınca akademi senin neyine, diyebilirsin tabi. ben diyorum kendime. ama başka ne yapabilirim ki? para lazım. hayatta hep para lazım. ev hanımı mı olayım bunca okumaktan sonra? dur tamam sakin. sakinleşmeye geldik buraya.

öncelikle,
kabullendin artık. isyanlarda değilsin, bi etiket sahibi olman lazım bu hayatta. sağlam basıcan bu hayatta. sağlamsa, lassa. nerde o isyanlardaki vatandaş. varolmayanülkende bile asi değilsin artık, şu yazdıklarına bak.

o zaman, gerekeni yap. iş yapman gerekiyor, evet. ama haftaya acil olan şeyler var. önce kitaplarını oku. sıkılınca iş yap. kitaptan sıkılınca yapılacak mihteşem bi iş olmasa da, iş işte. işin mihteşemi mi olur? aş bunları artık. kafanda aştın zaten. uygulamaya dökmesi kaldı sadece.

o zaman, batı marksizmi üzerine düşünceleri okuyoruz şimdi. yarın biter adam gibi okursan. 3-5 sayfa bi şey yazıyoruz sonra, çıkardığımız notları birleştirip.

sonra yani cts günü diğer iki kitaba şöyle bi göz atıyoruz. internet yorumlarına bakıyoruz. bi şeyler karalıyoruz, kolpa da olsa ödevi hazırlıyoruz.  pazartesi günü hocayı arayıp biraz geç getirsek olur muymuş, soruyoruz. muhtemelen olur diyecek. biraz daha göz atıyoruz iyileştirmeye çalışıyoruz. olduğu kadar oluyor.

bu sırada perşembeye kadar vizeye çalışıyoruz. o da olduğu kadar oluyor.

bu sırada iş yapıyoruz dersten sıkılınca.

perşembeden sonra asıl işe odaklanıyoruz, bi döktürüyoruz ki ay sonunda paraya para değil, freelance diyoruz.

şimdi, seni öpüyoruz. okumaya gidiyoruz.  



8 Kasım 2013

patates çorbası

ben olsa olsa patates çorbasıyım.

hani msn testleri gibi kıytırık bi kişilik testinde "hangi yemeksiniz?" sorusunu sorsalar, kesin patates çorbası çıkarım.

hantal bi sebze patates. ucuz. sağlık fışkıran yiyecekler sayıldığında aralarında pek yer almıyor bugünlerde. gerçekte ne kadar sağlıklı, ne kadar olmazsa olmaz? bilmiyorum. her şeyle karıştırılabilir. yumurtalısı olur, etin yanında püresi olur, kızartması olur. yalnız başına pek tadı olmaz (çoğu sebzenin olmadığı gibi), yanında hiç olmazsa bi ketçap, bi salça olmalı.

çorbası olur patatesin. bana en yakışan hali de o. karıştırırsın suyla, şekli önemsizleşir. biraz daha sağlıklıdır, daha bi fit hissettirir insana, kızartmayla kıyaslarsak. sanki yeşil bi sebzeymiş gibi hafif gelir. sadece suyla karıştırınca da bi şeye benzemez tabi. biraz un katmak gerek ki kıvamı suya değil çorbaya benzesin. baharat katmak gerek ki renk gelsin. hatta bi de varsa tereyağını üstüne serpiştirirsin ki kokusu çorbayı sevdirsin. tereyağı hani, neye katarsan kat güzel duranından. zengin göstereninden.

ucuz basit ve sıradan.


6 Kasım 2013

öfke patlaması ağlaması

içim sıkılıyor. içim kabarıp kabarıp gözlerime doluyor. tutamıyorum kendimi, hönküre hönküre ağlıyorum.

üzgün değilim, öfke patlaması yine.

1. haberler. kızlı erkekli yaşamın muhafazakar yapımıza ters olması muhabbeti. ne kadar kulaklarımı tıkamaya çalışsam da, kopamıyorum. twittera şöyle bi göz atmak yeterli.

2. hocalar. üniversitede hocalar arası kutuplaşmaların, gözde hocaların ve itelenmeye çalışılan hocaların farkına varmak. bir hoca bu haftaya kadar hiç derse gelmedi çünkü başka bir -özel- üniversitede çalışıyor, hatta sanırım bölüm başkanı. meğersem dersin saati uymuyormuş ve bunu değiştirmek yen
 aklına gelmiş. değiştirmiş. ama yeni aldığı saatte benim başka bir dersim var. şimdi ne olacak? sen bölümdeki diğer hocaların onayını almadan, dönem ortasında nasıl çat diye ders saatini değiştirirsin? öğrencilere uyup uymamasını söylemiyorum bile.

bölüme kızıyorum: bu hocadan tüm dönem şu şu saatlerde ders vereceğine dair bir taahhüt almadınız mı? gelemeyecekse neden dersi açtınız?

şimdi benim aynı anda 2 dersim var. hangisine gireyim? bu yerden bitme dersi bırakma hakkım var mı bilmiyorum, ama bırakırsam bile ikinci dönem 1 ders fazla almam gerekecek. neden 2. dönemi daha da sıkıntıya sokayım.

3. tüm bunları danışmak için yeni dersin hocasına ulaşmaya çalışıyorum. kime sorduysam şu cevabı alıyorum: o hoca mail kullanmıyor. bi hoca nası mail adresi kullanmaz? 70 küsür yaşlarında olmalı. ya da her türlü işini halleden bi asistanı olmalı.  peki diyorum nasıl bulurum? sanıyorum ki bi telefon numarası filan verecekler.. ders saatinde sınıfta bulabilirsin ancak.

ebesinin (en iyi ihtimalle) cebi.. benim sorunum zaten onunla aynı anda aynı sınıfta bulunamamak.

---
işte bu sebeplerle kafam bi kızgın bi kızgın. bölüm başkanının çok sevmediği, muhatap almadığı bi hocaysanız, sıçtınız, ders saatiniz değişir, haberiniz bile olmaz. akademik dünyadan 1.5 senede anladığım bu.

ve ben bu dünyaya dahil olmaya çalışıyorum. gittiğim yol ne zaman yol oldu ki...


----

bi de patronlar hakkında ne kadar alıngan olmuşum. bugün bunu anladım. yukardaki sinirliliklerin üstüne, patron bi mail attı, derslerimin olduğu güne inatla toplantı ayarlamaya çalışıyor sandım, patladım, bağrına bağrına ağladım. meğersem adam benim dediğim tarihe ayarlamaya çalışıyormuş. te allam...

----

bu arada son patronum küçük kitapçı batmış, kapanıyormuş. üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim.ö

30 Eylül 2013

kabız olmuş hisler

kıskanıyorum
hayvan gibi kıskanıyorum
anlamsız, zerre kadar mantık yok içinde ama ne olsa ne yapsa kıskanıyorum
adını duyduğum an kıskanıyorum
anlayamıyorum kendimi
ben böyle değildim
mantıksızsa yapmazdım ben bi şeyi
mantıksızsa söndür derdim.
mantıksız şeyler hisseden, yapan insanları garipserdim
mantıklı olan neyse onu anlatırdım, üçüncü gözleri olayım diye.
dinlerlerdi beni, yine mantıksız omaya devam ederlerdi, kızardım
"beni sallamıcaksan niye konuşuyorum" diye.
bedduanız mı tuttu, kına yakın kıçınıza..

hiç tanımadığın birinden nefret eder mi insan?
gıcık olmak için bahane/delil arar mı?
durup dururken "kötü niyetli" olduğunu düşünür mü?
aynen böyleyim işte.
nefret suçu işliyorum.ama tek zararım kendime henüz. başka bi şey düşünemez ediyorum kendimi.

kendime mi benzetiyorum
bana rakip olmasından mı korkuyorum
dedikodumu yapması ihtimali mi geriyor beni
beni küçümsediğini mi düşünüyorum
olmak isteyip de olamadığım insan mı o?
içimdeki biseksüel mi açığa çıkıyor?birlikte olmak istediğim dişi mi o?
kafam çok karışık
hayvan gibi kıskanıyorum
siktirin gidin kafamdan
yok olun hiç olmamış gibi olun
hiç tanışmamış  olalım
hiç sevmezsem hiç nefret etmem.

halbuki çok basit.
sen birini seviyorsun, o da seni seviyor.
bu nefret timsali de sevdiğinin arkadaşı
arkadaşı işte, sen yokken o vardı!
üstelik sevdiğin seni seviyor.
ha bi gün belki birbirlerini severler, seni istemezler.
olsun o da normal, sizin sevginiz bitmiş demektir işte.

insan çokeşlidir derdim eskiden.
tek bir eşe bağlı kalırsa kapana kısılmış gibi hisseder derdim
siktiğimin çenesi, susmuyor ki, bilip bilmeden konuşuyor.
çok eşi geçtim, çok arkadaş bile dokunuyor mideme.
boynuma doğru yumruk kadar kara duman bulutu çıkıyor.
yutkunamıyorum, nefes alamıyorum...
neyse ki tuzlu suyumuz bol..

18 Ağustos 2013

romantik komedilerin hayatımıza etkisi gibi bi şey sanki

klasik bi romantik komedi hikayesine taktım bu sıralar. çevremde benzer örnekleri çok gördüğümden ve kadın erkek psikolojisi, biyolojisi hakkında bildiğim iki gıdım bilgiden de destek aldığım için kurtulamıyorum bu düşünceden:

kadın-erkek ilişkisinde erkek, kadını av olarak görür. biyolojik istekler değil bahsettiğim, asıl derdim sevmekle zaten. erkek, bir kadını sever. o'na kendini sevdirmek için, aşkını göstermek için çabalar. kadın aşık değilse başlangıçta, ki genelde değildir, aşk aynı anda başlamaz, kadın zamanla aşık olur. (olmama ihtimali de var tabi, olduğunu varsayarak devam ediyorum).

artık kadın da erkek de çok seviyordur birbirini. kadın iyice kendini kaptırmaktan korkar.  muhtemelen her erkek duymuştur en az 1 kadından "bak ben çok acı çektim erkekler yüzünden, bi kez daha üzülüp, hayal kırıklığına uğramak istemiyorum" sözünü. adam güvence verir, "kaptır, ne olacak ki çok seviyorum işte daha ne kanıt bekliyorsun" der. kadın gaza gelmek istemez ama bu sözleri duymak hoşuna gider. zamanla aşık olur ve bi bakar ki tüm hayatını adama adamıştır, onsuz bir şey yapamıyor hale gelmiştir.

kadının artık avlanması gerekmediğini gören erkek, zamanla sıkılır. belki de başlangıçta dertli ama aşk böcüğü olmayan kadını sevmiştir, kadın böyle sevgi pıtırcığı olunca gözünden düşmüştür...bunu kadına söyleyemez çünkü kadın çok iyi biridir, aslında hayallerindeki kadındır, aslında güzeldir, aslında birkaç zaman (ay da olabilir bu, hafta da, yıl da) önce aşkından öldüğü kadın hakkında hislerinin böyle değişmesini kendine yakıştıramaz. kadına söylemez, seviyormuş gibi davranır.

kadın bir değişiklik fark eder ama adam hala sevdiğini söylüyordur işte. fark ettiği şeye inanmak istemez. fazla alıngan olduğunu düşünür, kendinden utanır.

sonra adam bi gün dayanamaz, ayrılmak istediğini söyler. kadın anlayamaz, neden? tam da ben tüm bariyerlerimi indirip sana kalbimi açmışken, güvenmişken? aşık olmuşken? bi hata mı yaptım? beni sevmeyi neden ve hangi ara bıraktın?

daha kötü senaryo: kadın aldatıldığını fark eder vs...

işte bunlar, yaşamadığım halde, ya yaşarsam korkusundan hayatımı etkiliyor. sevmek zor iş azizim. hele ki psikolojik sorunlarının farkındaysan, daha bi zor...

not: tabi romantik komediler genellikle böyle bitmez. kadın birisini kaybettiyse başka birisinin ona deli gibi aşık olduğunu öğrenir ya da o kaybettiği kişi pişman olup geri döner vs... dünya kadınları avutma üzerine dönüyor sanki.

4 Ağustos 2013

bazı anılar kirlidir. her tecavüz ileride kirli bir anı olacaktır. tecavüz ila ki fiziksel olmaz ama her duygusal tecavüzün içinde fiziksel acılar vardır.

diye başlamak istedim bi öyküye, olmadı.

1 Ağustos 2013

25 yaş farkedişleri

dün ilk kez doğum günümü kutladım. yani kutlamak istedim, aylar öncesinden karar verdim bu kez arkadaşlarla kutlayacağım diye. insanların mutlu olduğu klasik yöntemlerle mutlu olacağım. "doğum günü çok saçma, tüketim toplumunun getirdiği bi şey, her sene doğduğu günü niye kutlar ki insan.." gibi eleştirileri bırakacağım. özel günleri kutlayınca mutlu oluyor işte insanlar, ben de deneyeceğim, dedim. işe yaradı, mutlu oldum.

aylardır görmediğim, bi türlü buluşamadığımız arkadaşlarımı çağırdım, mühendislikten. gelebilen geldi. muhabbet kaldığı yerden, bol gülmeli, dalga geçmeli, laf sokmalı, geyikli devam etti.

yaşamak için bazı standartlar var. toplumun bi bildiği varmış ki bazı gelenekleri uydurmuş. buna inandım. filozof filan değilsen, kafanda ciddi manada bi anormallik yoksa, yani bu anormallik sayesinde bi şey üretecek derecede anormal değilsen, her şeyi mantığına uygun yapmaya kalkmak saçma. mutsuz kılıyor insanı. yalnızlaşıp çözümü tekrar insan içine çıkmakta buluyorsun. sonra tekrar onları beğenmeyip yalnızlaşıyorsun. yalnızlığınla gurur duymadığın için hiç bi karizman da olmuyor.

belki bi gün tekrar dinlere de inanırım. binlerce yıldır dini ritüelleri uygulayan insanlıktan daha mı iyi bilicen, derim kendime. dua ederim. rahatlarım. psikolojik tedavim bu olur belki.

1 idiot'ta demişim ya, gruplar içinde hastalıklı halimi belli etmiyorum, diye. evet çok belli etmiyorum. ama orda bahsettiğim kadar palyaço lhüznü de yaşamıyordum dün. yani mutluydum gerçekten.

beni sürekli belli tip insanlar görmek sıkıyor belki. sadece ciddi şeylerden konuşmak ya da sadece geyik yapmak. sürekli geyik yapınca zamanımı iyi değerlendiremediğimi düşünüyorum. sadece ciddi şeylerden konuşmanın neden yorucu olduğunu da yazmışım zaten daha önce.

çoğu insan kadar sosyal değilim, evet. ama tam anlamıyla asosyal de değilim.

böyle bi sonuç çıkardım işte kendime.

ayrıca kısa günün karı:
bi sürü ekmek,
artan pasta, çi köfte, nugget, içecekler...
şıkır şıkır bi kolye (benim öyle bi kolyeyi takacağıma inanmadılar ama takıcam!)
anthony giddens'ın sosyoloji adlı kutsal kitabı. çok güzel oldu bu.
almam gereken sosyoloji kitapları listemden biri daha eksildi...

bu arada 25 oldum.

son not: ne kadar kontrolcü olduğumu fark ettim. aslan burcunun özelliklerini gösteriyorum gerçekten. liderlik, cesaret filan onları bilemem de, acayip kontrolcüyüm. şimdi ben organize etmesem, kutlamak istediğimi bilen arkadaşlarım sürpriz parti yapmaya çalışacaklardı, bi sürü stres yapacaklardı. her şeyi kendim organize ettim. pastamı bile kendim yaptım. korktum böyle giderse ne kadar sıkıcı bi insan olurum! diye.

21 Temmuz 2013

KIRIK

uzun zamandır olmuyordu
bağrına bi yumruk oturma hissi.
kavga etmiyormuşum, içim sıkılmıyormuş demek ki
karşılıklı kırılmanın verdiği acı
barışmak için bi adım atmak istemeyerek
zamanın  geçmesini beklemek
barışsan da bi şeyin değişmeyeceğini düşünmek
hayatın kaldığı yerden bi an önce devam etmesini ummak
bi köşede kırdığın bi insan varken, nasıl olabilir ki bu?
kim olursa olsun, birini kırmışken hayat nasıl kaldığı yerden devam edebilir.
içindeki bu kara kurumdan oluşmuş yumruk nolcak?

yalnızlaşmanın ilk büyük adımını attım.
isteyip duruyordum ya hani.
bakalım geri dönüş olur mu,
başka adımlar gelir mi?
yalnız kalınca başım göğe erer mi?

kendimle başbaşa kalmak korkunç
bana sürekli beni göstermeye çalışan insanlardan sıkılmam bundan belki.
konuşmadan yaşamak istiyorum.
ne yapacağımı, ne düşündüğümü neyi neden yaptığımıkonuşmadan.
ikna etmeden.
keşke kırmadan becerseydim bunu.

vazo kırıldı.
yapıştırılır geri ama
aynısı olmaz.
ayrıca,
kim yapıştırır?
benim hiç halim yok.

20 Temmuz 2013

göz sorunu

okuyamıyorum istediğim gibi.
satır atlıyorum. gözlerim karıştırıyor.
sesli okumazsam anlamıyorum
yavaş okuyorum.
gözlerim ağrıyor.
aklımdan sürekli başka şeyler geçiyor.
bu son dediğim artık roman okurken bile oluyor.
her sayfada en az bir paragrafı 2 kez okuyorum

doktora mı gitsem
bunu niye yazdım buraya bilmem.
insanlara şikayet etmektense beyaz ekrana etmek...

yurgungün yazısı

sıkılıyorum
çok sıkılıyorum
insanlardan çok sıkılıyorum
zorlayan insanlardan
bunaltan
cevap bekleyen insanlardan çok sıkılıyorum
görmek istemiyorum
görmek istemiyorum
kimseyi görmek istemiyorum.
böyle değildim ben
böyle değildin sen
biz böyle değildik
daha saf
daha açık
daha az sözlü olmak istiyorum
daha içten daha az pazarlıklı
daha az kibar
o aramaktan bıktığımı kelime
samimi
daha samimi
gittikçe daha oyuncuyuz
gittikçe daha az safız
makyajı sevmiyorum ben
dudağım nasılsa öyle görünsün, parlamasın, gülümseyen bi çizgi olmasın ucunda.
beni böyle sev seveceksen
böyle bitsin.

5 Temmuz 2013

1 idiot

çevremdeki insan sayısı gittikçe azalıyor. her kişiye özel farklı farklı sebepler vardır heralde. ama ortak nokta ben olduğuma göre bende sabit olan ortak bi sebep de vardır mutlaka.

kimseyi aramıyorum ve arama isteği duymuyorum. en önemli sebep bu tabi. aramayan taraf ben olunca, yalnızlaşmak çok da üzmüyor. toplum içinde geyik yapabiliyorum hala, gelip geçici bi ortama girince bi şekilde yırtmayı, hastalıklı ruh halimi yansıtmamayı başarıyorum. bi gülümseme yapıştırıyorum suratıma ve kimse "niye durgunsun" diye sormuyor. durgun da değilim zaten. sadece vakit doldurmak için ordayım, çok eğlendiğimden değil, bunu biliyorum. ve çoğu kişi de öyle zaten reddetseler de. yoksa niye arkasından bıdı bıdı konuştuğu insanın yanında kahkaha atsın ki insan? ama sürekli yalnız geçmiyor hayat. sosyalleşmek gerekiyor. hep çıkar ilişkisinden.

niye kimseyi aramak istemiyorum? asıl mesele bu benim tarafımdan.
birincisi, geçiş dönemindeyim gibi geliyor. muhabbetlerinden sıkılıyorum. anlatacaklarım yıllardır aynı, onlardan dinleyeceklerim benzer. hayat hakkında ahkam kesmek, birbirimizi haklı çıkarmak, eleştirmek sıkıcı artık. konuşma, yaşa. aslında kızlar böyle (yoksa kadınlar mı demeliydim, hangisi doğruysa onu demeliyim, siktiret doğruyu, siktir mi ne kadar cinsiyetçi bi küfür, sıçtır et o zaman, git başımdan), aslında erkekler şöyle, hayat şöyle olmalı, siyaset şu kadar kirli, aman da kapitalizm, of yine mi haksızlık... böyle işte. 2 sene sonra değişiyor kafamızdaki doğrular, yanlışlar, aşklar, aileler, işler güçler, okullar, ideolojiler, dinler. hayat felsefelerimiz sürekli değişiyor. neden en doğrusunu bulmaya çalışıyoruz her muhabbette?

bu fikirsel tatrışmaları çıkarınca ne kalıyor geriye konuşacak? moda, kuaför önerisi filan mı? onlardan konuşmaktan hiç bi zaman zevk almadım ki zaten. banane senin en son aldığın elbisenin belindeki kemerin şıklığından. zaten bu tür şeyler konuşmayı talep edecek kimse de yok çevremde. onlar çoook önceden terk ettiler beni, tabi ben de onları.

bi de artık, gittikçe daha asosyal olduğumdan mıdır nedir, sürekli yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. espri yaptığımda biri ciddiye alıp "ama o öyle değil..." diye açıklama yapmaya kalkarsa "zaten şaka yapmıştım" desem mi, yoksa susup oturup zamanın geçmesini mi beklesem, yoksa "şu an aynı kafada değiliz, bana müsaade" deyip yanlarından ayrılsam mı, bilemiyorum. sinirleniyorum. o kişiye değil. niye bu kadarcık şey bile yanlış anlaşılabiliyor, diye. o zaman tabi ki dünyada kavga bitmez. gülmek istiyordum sadece, neden ciddileşiyoruz ki durup dururken... diyorum. why so serious diyorum, u got it?

bi diğer sebep: yakınımdaki insanlarla hep savaşa hazırlık yaptığımız dönemde, yani üniversitede tanıştım. ideallerimiz vardı ve "ne olmamız gerektiği" konusunda sürekli birbirimizi motive ettik. şimdi o motivasyonum eksiye indi. tekrar sıfıra çıkartmaya çalışıyorum. onlarsa hala pozitiflerdeler, ve hedefledikleri sayıya ulaşmaya çalışıyorlar. kimisi şiirlerini yayınlatıyor sonunda edebiyat dergilerinde, güzel bi makale yazıp düzgün bi siteye koyuyor, işinde hayvan gibi çalışsa da başarılı olunca bi şekilde tatmin oluyor, kimisi savunduğu hayat için bi taraftan yol çizerken bi taraftan o doğrultudan sapmadan hareket etmeyi başarıyor, yurtdısına çıkıp tek başına avrupa turu yapıyor kimisi, birinin büyük emek verdiği kitabı yayınlanıyor, biri işinde başarılı olmayı geçtim artık uzmanlaşıyor, aranan kişi haline geliyor... ben filmlerden, kitaplardan ve diğer insanların hayatlarından etkilenip, onları idealleştiriyorum, o yolda yapılması gerekenleri sıralıyordumum. ama hep başkalarını motive etmek içindi bu. sayemde başkaları motive oluyordu, ama ben açık kutu değilim. ne kendimi gaza getirebiliyorum, ne de onların gaz verme çabası beni yüreklendiriyor. onlar gaz vermeye çabaladıkça kabuğuma çekiliyorum. benden bir ya da birkaç adım önde olanı çekemiyorum. çok basit, ilkel bi ruh hali. ben önde olup nasihat veren olmalıyım hep. şimdi onların beni çoktan geçtiğini gördükçe, nasihat veren taraf olmayı da istemiyorum.

şimdi dönüp baktığımda kendime, o kadar çok konuda geride kalmışım ki. onların tavsiyelerini duymamak için de görüşmüyorum aslında. acı çekseler de kararlı adımlarla ilerliyorlar. beni de tutup çekmeye çalışıyorlar ama sanırım gururuma dokunuyor bu. yalnız kalıp, kendim bi şeyler başarmaya çalışıyorum. içten içe bu gururla asla istediğime ulaşamayacağımı bile bile.

herkeste vardır ego, kendini üstün görme isteği, sürekli övülme isteği... ama bi çoğunda en azından benim arkadaşlarımda, hiç olmazsa ideallerine götürecek yolda, eleştirilme isteği de var. bende pek yok sanırım ondan. açıkçası bu bi süreç, geçiş dönemi. hiç dostum olmadan yaşayamayacağımı biliyorum. ama şu an bu gurur hastalığımı da pek tedavi edebilecek halde değilim. savaşmaya yeni başlamış acemi bi asker gibiyim, ama adam eksikliğinden mi artık nedense, komutan yapmışlar beni birden, stratejiler geliştirmem gerekiyor. afalladım. gururumdan  benden başarılı olan, kafası daha düzgün çalışan komutanlardan tavsiye almıyorum. böyle boktan bi durum işte.

nasıl, ne şekilde, hangi olaylar etkisiyle değişir durum? bilmiyorum.

altyapıda bunlar var, benim görebildiğim. sonuç: kızgınım, küskünüm insanlara, çabuk kırılıyorum, kırıyorum. bu kadar kırılgan olmamız yoruyor, eeh yeter be deyip odama kapanıyorum. ya da gidip bikaç geyik yapıyorum bi grup insan içinde (bu değil benim sosyallikten kastettiğim)... bi de ii çalışıyorum bu ruh haliyle, başarı hırsından değil, keşke o kadar hırslanacak kadar planlı çalışsa kafam. dizi izlemek gibi artık ders çalışmak, zaman geçiyor ve diziden iyi olan tarafı: sonunda pişmanlık yaratmıyor.



16 Haziran 2013

ağlıyorum

sevgili dünya,

dünden beri senin yüzünden durup durup ağlıyorum. kibir ve nefret neler yapabilir, sayende görüyorum. hep böyleydin, biliyorum. her zaman böyleydi insanların. hep din bahanesiyle nefret ettiler birbirlerinden. din varsa diğer her şey geri planda kalırdı. asıl sebep din değildi tabi. iktidar, güç, para. din bunlarn üstünü örtmek için hep en iyi afyondu. uyuşturucuydu. kitleleri peşinden sürüklemek için kullanıldı. tüm sevgi dinleri. tanrıları sevmeyi amaçlayan, insanların gönlünü fetheden dinler, hep nefret için kullanıldı. biliyorum.

bunları bildiğim ve kabullendiğim için kendimi ve çevremdeki insanları teskin ettim 15 gündür. ümitlenmeyin dedim. bi bok olmayacak sonunda, devrim olmayacak, insanlık daha iyiye gitmeyecek. tayyip gitse bile yerine biri gelecek. güç sevdası olmayan, kalbinde pislik olmayan biri milyonları yönetemez zaten. çünkü milyonların da içi pislik doludur.

devrimle herkes aynı şeyi kasdetmiyor biliyorum. ama her neyi kasdediyorlarsa, devrim olsa da değişmeyecek zulmün varlığı. her gücün bir kolluk kuvveti olacak ve kendinden olmayana zulmedecek. biliyorum bunları. iki gıdımlık tarih bilgimle bundan eminim.

ama biliyorum ki zulme isyan etmek gerek. şu an yaşayanların 60 yıllık ömründe bi işe yaramasa da bu, gelecekte etkisi olacak, biliyorum. çok küçük de olsa bi katkısı olacak. insanların daha fazla empati kurmasını sağlayacak. adalet için savaşanları anlamaya çalışacak gelecekte birileri. ağaç kalmayacak ilerde belki dünyada hiç ve hepimiz distopyalar içinde yok olacağız. ama insanın içindeki güzel şeyler de kötülerle birlikte hep yaşayacak. biliyorum bunu da. onca kötülüğün yanında iki gıdımlık güzellik ne işe yarayacak? işte onu bilmiyorum.

tüm bu çok bilmişlik hali içinde günlerdir sakin olmaya çalıştım. takip etmeye çalıştım olanı biteni. ama dün akşam mantığı bi kenara koydum. oturdum ağladım. hala ağlıyorum. çıkamıyorum bu kafadan.bi daha haberler yüzünden ağlamamaya karar vermiştim çok zaman önce. müdahale edemeyeceğin sorunlar için depresyona girme, hayatını kendine zehir etme, demiştim kendime. ama sinirler çelikten değil. ağlıyorum artık.

dünya, senin pisliğine bakıp bakıp ağlıyorum.

8 Haziran 2013

yaşanmayan ergenlik


awkward izliyorum arada bi. yarım saat her bölümü. hemen bitsin de işime bakayım diye aceleyle izliyorum. o kadar ergence ki konuları. ama tutamıyorum işte kendimi.

amerikanya gençliğinin lisede yaşadıklarını biz daha doğrusu çok asi olanlarımız üniversitede anca yaşayabiliyoruz. sevişmek, aileyle erkek arkadaş konularını konuşmak, içmek... gibi. tamamen ahlak dışı olaylardan bahsediyorum.

amerikanyada tüm gençler awkward hayatı yaşamıyordur elbette. afedersin ama para bok dizidekilerde. durmadan içip sıçıp geziyorlar.

ama ne olursa olsun. ben niye izliorum ki bu gossip girl tadındaki diziyi?

içimde kalmış ahlaksızlıklar. patlıyor. yaşamasam da izleyerek yaşamış gibi oluyorum. .
buket uzuner'in bi sözü vardı sanırım bi söyleşisinde dinlediğim: gençken sevgilisi olmayan bi kadın, 40larına gelince elele tutuşan çiftlere ahlaksız der. geç de olsa sevgililiği yaşadım. neyse ki öyle şirret bi kadın olacağımı sanmıyorum. ama yaşamak için çok geç kaldığım şeyler var:

arkadaşlarla tatile gitmek, akşam dışarı çıkmak, tiyatroya gitmek, bara gitmek, lisede sevgili olmak, ilk kez öpüşmek, denize girmek, deniz kenarında bi tatil mekanında takılmak, aileyle değil,sadece arkadaşlarla takılmak, hey girl alıp okumak, anketlerini çözmek, duvarlara poster asmak, evde parti organize etmeye çalışmak... arkadaşlarla bi yaz hatıram yok, anlatabileceğim. bunun beni nası etkilediğini aileme hayatta açıklayamam. ergenlikte olması gerekenleri içimden geldiği halde, aile korkusundan yapamamak... ailemi suçlamamak için olması gerektiğinin bu olduğuna da inandırmıştım kendimi. istemediğim halde başımı kapatıyordum, daha ne olsun ki. giyebileceğim kıyafetlerin sayısı birden yarıya iniyordu.bacaklarımı gösteren bi şey giyemezdim. pantolon giyiyorsam kıçımı örten uzun bi şey giymeliydim. dolayısıyla erkek gibi giyindim. erkek kıyafeti giymeyi tercih eden kızlar vardır lisede. ya çok yalnızlardır. ya da iki cinsiyetle de kanki olmuşlardır. ben ikinci türdeydim.

şimdi bu gri, odasında kitap okuyarak yeni dünyaya açılmaya çalışan çocuğu unutup yeni bi hayat kurabilirim. bunun için çabalıyorum. olabildiğince boşlukları doldurarak. bi sevgili, sevmek, sevilmek, öpüşmek, el ele dolaşmak, toplum içinde sarılmak, feminen kıyafetler, başörtüsüz bi hayat, seks hayatı, canım istediğinde ve param olduğunda alkol, sigara, akşamları dışarı çıkmak.. hala denizden korkuyorum ve tatil yerleri beni geriyor. müzik, rahat insanlar, suda, kumsalda nasıl hareket edeceğini bilen insanlar..iç anadolulu olmakla yırtıyorum bazen. öğrenirim zamanla, sorun değil. bi yaz yaşadığımı ömür boyu anlatırım, bi hikayem olur benim de.

bunu, eski vatandaşı ve ondan kopamadığımı, beni engelleyenin o olduğunu insanlara anlatmak öyle zor ki. buraya bile ilk kez yzıyorum sanırım. demek ki kendime bile söylememişim. belki lisedeki benin başını okşayıp, onu bağrıma basmanın, elinden tutup dışarı çıkarmanın, birlikte takılmanın zamanı yeni gelmiştir.

28 Mayıs 2013

vicdan azabı

bi arkadaşımın babası öldü bugün. onu doğru anladığımı hiç sanmıyorum. hiç o kadar yakınımı kaybetmedim.

kucağımda ölen anneannemle son 2 haftasında samimi oldugum kadar öncesinde hiç olmamıştım. o beni görmüyordu o zamanlarda zaten. kendi kendine sayıklıyordu. ben sürekli onu izliyordum. önümde eriyip gidişini, arada bi anlamlı bakışlar atıp, bir iki kaşık yemek yeyip tekrar kötüye gidişini. belgesel gibiydi. başka birinin acı çekişini izliyordum.

duygusal anlamda neredeyse hiçbi şey paylaşmamıştık sağlamken. beni hiç tanımıyordu, ben de onu. elini öptüğüm kadarıyla, şirin nine yanaklarını sıktığım kadarıyla tanıyordum sadece. ama iç dünyasıyla ilgili soru sormaya yeltenmedik ikimiz de. kimsenin kimseye bu tür sorular sormadığı "akrabalar dünyası"nda tanışmıştık çünkü. en son üniversitedeyken bi gizli numara arardı.anneannem olduğunu bilirdim, köyden arayınca gizli numara görünüyordu nedense. aceleyle "nasılsın iyi misin derslerin nasıl arkadaşların nasıl" diye sorar hızlı hızlı ama klasik sözlerle (iyiyim, iyi, dersler iyi, arkadaşlar iyi....) cevap vermemi beklerdi sonra "iyi allah iyilik versin, sınıfın su gibi aksın" gibi dualar eşliğinde kapatırdı. 13 torununu sırayla arayacaktı belli ki. ben de aceleyle cevaplar, gülümseyerek kapatırdım. en samimi konuşmamız buydu.

benim aklımı okumaya çalışan biri hiç ölmedi. bu yüzden zerre kadar anladığımı sanmıyorum arkadasımı.

sadece o şimdi üzgün ya, insanlık hali işte, onunla ilgili vicdan azabı olan, ama gerilere ittiğim bi anımı hatırladım. dergiyle uğraştıktan sonraki zamanlardaydı sanırım. beni bi bok yerine koyan insanları sallamıyordum çünkü artık bi bok olduğuma inanmıyordum. balondum sadece. şişirilmiş, özünde özellikle yazmak konusunda bi yetenek barındırmayan, bi yeteneksizdim.

bu arkadaşım bi gün bi yazı göndermişti bana. beni adam yerine koyup, nasıl olmuş demek için bi yazı göndermişti. facebookta gelen mesajları hep aceleyle okuyan, dikkatsiz ben, ona da aceleyle şöyle bi bakmıştım, diğer bildirimler arasında çok da dikkat etmemiştim. kitap okumaya ya da yazı yazmaya ilgisi olduğunu bilmiyordum bile. ve kafamda etiketlemiştim onu, öyle biri olamazdı. elimdeki yazı ona ait olmasına rağmen "sonra bakarım" deyip erteledim. sonra da facebookta mesaj kutusunun iyice altlarında kaldı bu mesaj ve unuttum.

birgün laf arasında laf soktu, hiç sallamadın yazımı diye. utanmıştım, ama face hesabım kapalıydı artık, yazı elimde değildi. bi daha istemeye de utandım.

ikinci kez, şimdi aklıma geldi.
kankim değildi benim. ama iyi bi insandı, bana hep iyi davranırdı, herkese iyiydi. niye yaptım bunu? utana sıkıla yolladığı için mi? illa acayip özgüvenli olması mı gerekiyor bi insan, dikkate almam için? eğer bende işler böyle yürüyorsa, başkalarının bana olan tavrına nasıl kızabilirim ki?

özür dilesen de geri gelmeyecek hatalar vardır. onlardan biriydi. söylesem gülüp geçecek muhtemelen, "hala orda mısın sen?" diyecek. ama öyle olmadığını biliyorum. bi yazıyı yazıp, cesaret edip, çok da kanka olmadığın birine yollamanın ne kadar zor olduğunu biliyorum.

insan kendini neden sevmez? içinde dönen bu pislikleri gördükçe, nasıl koşulsuzca sevebilir ki?



25 Mayıs 2013

isviçreli bilim adamları der ki:

daha önce çok bahsettiğim gibi, intihar etmek istemiyorum. hayata tutunmam lazım. tutunamayan değilim çünkü tam olarak. Turgut özben olmaya çabalıyorum, beceremezsem belki selimciğim ışık olurum sonra.

henüz değil. bunun için sevdim. sevmek bi çözümdü gözümde. ama ya ayarını kaçırdım ya da çözüm aslında bu değildi. her neyse işte, lisede edebiyat kitabında bi metinde dediği gibi "bağlanmakla bağımlı olmak arasında çok fark var". bağımlı oldum ya da o yolda ilerliyorum. ilk işaretlerini gördüm şu aralar, ilk kez, bu kadar net.

bi insana, işe, okula bağlanarak, kendini onlara adayarak hayata tutunmak çok tehlikeli. her an elinden kayıp gidebilir hepsi.

yeni bi çözüm buldum kendime  (ne zaman bunu da yalanlayacağım bakalım). kendime bağlanmam gerek. kimse olmadan da yaşayabilir hale gelmeliyim. maddi manevi her yönden. kendime azcık da olsa saygı duymadığımı fark ettim. ne eksik bende? pek çok şey. ama toplumun gözünde daha değersiz olan insanlar bile kendilerini benin kendimi sevdğimden çok seviyorlardır eminim. sorun sadece toplum baskısında değil, sorun bende. herkes gider bi gün, selimciğimde olduğu gibi, kendimden de o kadar sıkılırım kendime o kadar dayanamam ki, ben de giderim kendi isteğimle ama daha kendimle iyi anlaşmayı -tam olarak- denemedim. deneyelim bakalım.

intihar etmek, karizmatik olabilir. ama başkalarına, dünyaya kızıp, korkup kaçarak değil de, sikicem len kurallarınızı da sizi de, gidiyorum ben, göreceğimi gördüm, demek lazım. öbür tarafta havamız olur en azından.

söz konusu olan ölüm olunca her şey ne kadar anlamsız. neyse yeni bi formül uyguluyorum , kendimi tedaviye başladım işte. psikolog da neymiş, hıh.


22 Mayıs 2013

para kazanmak hk. bir yazı daha..

ben bu "istediğim şeyi yaparken, para kazanma işini bi şekilde hallederim" yanılgısına nası düştüğümü şimdi anladım. benden 5-6 yaş büyük abilerim ablalarımla konuştukça gaza geldim.

şöyle ki, bu tuhaf insanların ne iş yaptığını, değirmenin suyunun nasıl döndüğünü asla tam olarak öğrenemedim. hep istedikleri hayatı yaşıyor, aktivist aktivist takılıyor, parayı da bi şekilde buluyor gibiydiler. kariyerist olmadan, kapitalist dünyada kendilerini kaybetmeden geçiniyorlardı bi şekilde. kıyafetleri benimkilere benziyordu, yani öyle şıkır şıkır tıkır tıkır değil de daha bi öğrenci işiydi.

fekat şimdi geriye dönüp şöyle bir baktığımda hala çözemediğim şey şu: parayı tam olarak nerden kazanıyorlar?

bi fabrikada mühendis olan kişinin maaşını az çok tahmin edersin, giyimine kuşamına bakarak doğrularsın tahminini. ama bu nerde çalıştığını bi türlü açık açık söylemeyen insanların nası bi işleri vardır? mesai saatleri içinde nası bi karaktere bürünürler? mesai saatsiz bi işte mi takılırlar? o işi nasıl bulurlar? bu sistem içinde kaybolmadan mutlu kalmayı nasıl başarırlar?

yoksa tüm artisliklerinin altında -benim gibi- aile desteği mi vardır? eğer öyleyse çok yanlış kişilere özenmişim azizim. yok be öyle değil, o kadar da günahlarını almayayım.

ama hala çözemedim. nasıl aile geçindirecek ya da yeni yeni yatırımlar yapacak kadar para kazanıyorlar? saçma sapan part time işlerle olamaz.

ahlakı batasıca alkol düşmanları

hükümet, chpli laikci teyze paranoyasına girelim diye elinden geleni yapıyor. iran mı oluyoruz, şeriat mı geliyor?! diye saçımı başımı yolarak ağıt yakacağım yakında.

sebeb-i kızgınlığımız şöyle:

http://t24.com.tr/haber/alkol-yasagi-komisyondan-gecti-ickiler-gizlenecek-arabada-sigara-yasak/230397

bok mu vardı? şimdi her bir maddenin gereksizliğine dair bi şeyler söyleyebilirim, ama o kadar vakit harcamak istemiyorum. kısaca bok mu vardı, diyorum. alkolü bu kadar gözden uzağa koyunca ne olacak? insanlar daha mı az içecek? içen insanın ne zararı var size? alkolik olmadan içen bi insanın ne zararı var? elalemin üniversitesinin kantininde içki satılıyor, bizde bahar şenliğinde bile (satılmamasını geçtim) kampüse içki şişesiyle (açık değil, çantanın içindeki şişe) giremiyoruz. arabada sigara içmek yasakmış. sanane? arabadaki diğer insanlar rahatsız olmuyorsa sanane?

bu kadar çok yasak olunca insanlar daha az mı günah işler sanıyorsunuz? internet diye bi şey var. hiç olmazsa yabancı diziler var, batılı yaşam tarzını eninde sonunda görecek bu gençler, eninde sonunda özenecek. erasmus'la bi yerlere gidecek, sıçıp batıracak orda ortalığı, alkol görmemişliği yüzünden. size ne? ne hakkınız var benim ne içeceğime bu kadar karışmaya?

son 10 yılda türkiyede yaygınlaşan muhafazakar tutum hakkında haberleri derleyesim var. ama yorgunum. azıcık düşünmek bile yoruyor, hepsini bi araya getirmek ne hale getirir kim bilir.

tüm boş alkol şişeleri götünüze girsin. bastırılmış cinsel istekleriniz sebebiyle rüyalarınızda görüyorsunuzdur belki girdiğini. çok ahlaklısınız ya.

21 Mayıs 2013

bok çukurundan selamlar

şair olabilseydim...ne güzel anlatmış adamlar. yazınca rahatlıyorlar mı bilmem. ama sanki içimdeki kördüğümler açılacak yazabilsem.
ilk sigaram bile tatsızdı, sensiz olmaz... demiş mesela biri. benim yerime anlatmış. bununla, okumakla dinlemekle yetinmeliyim belki.
bu dargınlık neden bilmiyorum. ben böyle değildim, olanlar oldu... bensiz bi şeyler yaptığında üzülüyorum. bensiz de hayatına devam edebiliyor oluşu, mutlu oluşu.. ben böyle bencil değildim.
ben onsuzken mutlu olmayı unuttum sanırım. kendimi kaybettim. tek başımayken de mutlu olabiliyordum eskiden. şimdi yetmiyor. mutlu olsam bile eksik kalıyor, yanımda o olsa tamamlanacak gibi geliyor.
o uzakta ve mutluyken..neyin dengesini koruyabiliyorum ki bunun koruyayım? aşk bir dengesizlik işi... bağımlı oldum. o bağımlı olmadı diye onu suçluyorum. halbuki eski hayatımı da sürdürebilsem bi yandan.. boşluğa düşmesem..çok zor değildir. sensiz olmaz diye bi şey yok. neden olmasın? geçici bi süre ise hele ki.
ama dünya hep böyleydi di mi: erkek kısmısı sevgisini belli etmez
 kız kısmısı panik yapar. beni artık sevmiyo mu diye. benim marjinalliğim de buraya kadar işte. sıradan bi kız oluveriyorum konu sevgililik olunca.
daha ne kadar uzatabilirim bu konuyu? aslında yazdıkça biraz rahatladım. bu kıskançlığımdan utanıyordum. ben nası bu kadar bencil olabilirim? diye. ama olabiliyormuşum demek ki! engelleyemiyorsam kendimi, durmak yok, yola devam. en azından elimizde hala iyi duygular var, hala seviyorum.
sevmek iyi oldu ama şimdi düşündüm de, karakterimi oturtmaya çalıştığım, geleceğim hakkında kararsız olup durduğum şu zamanlarda sevmeyeydim iyiydi. iyice karaktersiz oldum çıktım. kafama göre bi şey yapmam gerekirken, ikimize göre kurmaya başladım hayalleri. ailemden özgürlüğü aldım ama tek başıma hiç kullanmadım onu. sevmenin uygun bi zamanı var mı ki? şu an müsait değilim, bi sene sonra bekleriz, denir mi.
derdini sikeyim butonunu arıyorum şu yazıyı yazan ben olmama rağmen. ama açıklanamayan ama içerde büyük yer kaplayan dertler vardır. onlardan biri bu da.
kendimi bulamadan kaybettim, bize ait bi beni kabullendim. bi gün biz yok olursak, ben de yok olacağım demek oluyor bu. o olmadan hiçbi anlamım yok demek oluyor.  bu boktan durumumun fakına varalı epey oldu. nası çıkıcam bilmiyorum. ve evet, trip atarak bok çukuruna çekmeye çalışıyorum onu da.
---
gerçi ben sigaraya bile darılıyorum, çabuk bitiyor diye.

16 Mayıs 2013

insan ne ile yaşar (kesin daha önce kullandım bu başlığı burda ama olsun)

yaşama enerjini insanlardan almak sakat iş. birine darıldın mı hemen sorular üşüşüyor : her şey anlamsız, ben neden ugrasıyorum ki? okul, ev iş ne anlamı var...vs. bu depresif soruları çok sordum sana varolmayanülkem, daha fazla kafa sikmicem söz.

halbuki başka bi şey olsa, mesela bu hayatta süffer bi sosyolog olcam desem... buna ömrümü adasam. ama yok işte çok ii bi sosyolog olsam ne olacak ki? enfazla ii bi hoca olurum, insan yetiştiririm. eeee? ölücez işte hepimiz, iilerin karşısında hep kötüler anacak. illa ki beni kötü ananlar olacak. ölücez işte ya, daha gerçek ne var ki?

şimdi ölsem? niye öldürmüyoruz biz hayattan şikayetçiler, kendimizi? çünkü sevdiklerimiz var. benim sebebim şimdilik bu en azndan. beni seviyorlar zaman zaman, ben de onları..zaman zaman. beni anlıyorlar. diğer milyarlarca insandan farklı olarak bikaç insan var ki beni anlıyorlar. severek hem de. bi ilişki üretmişiz. kıyamıyoruz ufak bi kavgada yırtıp atmaya.sevgi douyorum o yüzden, daha güzel göreceğime inancım artıyor.

ama bazen, birden bi an geliyor, çok küçük bi şey oluyor, sevemiyrum, çünkü beni aslında çok da sevmediklerini, önemsemediklerini düşünüyorum. aslında insani bi bencillikle benimle dayanışma içinde olmak istiyorlar. alış veriş. vahşi dünya, yalnız kalırsan sürünürsün, birlik olunca çubuklar daha zor kırılır.

neyse.
keşke hayata bağlanmak için insanlardan daha kalıcı sebepler bulabilsem.
bulurum ilerde. zamanla daha duygusuzlasıyorum. hayatın geregi rol yapmak hala zor, ama kabullendim. ilerde beceririm de.

baglanıcak bi şey bulmak da onun gibi bi şey işte.

iyi geceler ülkem. seni seviyorum.

13 Mayıs 2013

çirkin olsun bu yazının da başlığı aman başlığı

kafa siken "neden böyle yaşıyoruz ki" sorgulaması
kafaya sıkma isteği doğuran "ne kadar yalnızııııım" aydınlanması.

işte temel dertlerimiz bunlar.
-------
durkheim hakkında 10 sayfalık bir ödev yazmam gerekiyordu. bi türlü o 10 sayfaya ekleyebileceğim kendi yorumumu oluşturamıyordum. bugün öğrendim ki arkadaşların çoğuu benim kafadaymış, şaşkınmış.rahatladım. çok da geri zekalı değilim sanırım.
-------
bi mekanım yok. kendime ait, maddi özgürlüğün getirdiği bi mekanım yok. ailemle yaşıyorum, hatta onlardan para alıyorum. evde o kadar baskı altında hissediyorum ki kendimi, arkadaşlarıma gidiyorum. (oralarda da -ne kadar samimi olsak da- misafirim.) aslında bi şey yaptıkları yok. oto sansür uyguluyorum kendime. yoksa muhtemelen kavgalı dövüşlü ayrılırdık zaten. sansüre gerek bırakmıyorum ne güzel bi kardeşim. yo aslında başlarda epey savaştım sansürle, artık yaşlandım. kafa sallayıp, ne derlerse yapıyorum ya da evde karşılaşmamaya çalışıyorum.

işte temel dertlerimizin temelinde bu var (belki)
-------
türkiye-dünya hallerini twitterdan da olsa takip ediyorum. malum olan 2 gıdımlık yaşama isteğim de sönüyor. toplumu iyiye götürmek, hep beraber mutlu olmak hayallerimi bıraktım. kendim ve çevremdekiler olabildiğince mutlu olalım yeter. fazıl say, reyhanlı, siyasilerin tavırları, biber gazları, fb li gencin ölmesi, boku bokuna. kıymetli bi şey için can verilir mi gerçi bilmiyorum ama bu kadar da boku bokuna ölünmez ki.sanki türkiyede her ölüm böyle boktan yereymiş gibi. askere gitmesin istyiorum çevremdeki hiç kimse.


27 Nisan 2013

kendimden kurtulasım var, varış nereye ne zaman kaptan...

kendimden nefret ettiğim kadar kimseden etmedim. tayyip'ten bile o kadar etmiyorum , düşün. mesela deselerdi ki, dünyanın hayatta kalabilmesi için birinizin ölmesi gerek, bi an düşünürdüm. neden ben ölmeyeyim ki? diye. o da insan sonuçta ve kendince doğruları var. doğrularını hayata geçiren herkes karşısında en az bir kişiyi buluyor. doğru olduğunu sandığın için mesela arkadaşına gerçeği söylüyorsun, kırılıyor.

neyse. şimdi düşün. kendimi sevdiğim kadar sevdiim kimse var mı? kendimi -içten içe- çok seviyor olmalıyım. arada bi yaptıklarımla gurur duyduğum oluyor, makas alıyorum evet, ama altında hep biraz nefret var.

peki karşımda tayyip değil de sevgilim olsa mesela, dünyayı yaşatmak  için hayatımızı feda etmemiz gerekse, ya da dostum olsa, ne yapardım? hemen kendimi feda eder miydim? tayyip'e gösterdiğim anlayışı onlara göstermez miydim?

varsayımlardan çık. bi sonuç çıkmaz burdan.

kendimi bildiğin sevmiyorum arkadaş. bi şeyler yazarak sevdirme çabası bu. ota boka ağlayan bi bebek kafası.

26 Nisan 2013

yet-iş-mek

yetişememek.ne arkadaşlara, ne sevgiliye, ne aileye, ne derslere, ne boş beleş gezip tozmaya... hiçbirine tam olarak yetişememek.

işte asıl mesele bu. işte zaman yetmiyor ya bi türlü, işte bu sıralar asıl mesele bu.

kalpler kırılıyor (karşılıklı), vicdan azapları (karşılıklı mı bilmem).. "gelmeyin lan üstüme, siktirin gidin hiçbiriniz arayıp sormayın" diyesim geliyor da, sessiz kalıyorum tabi. aramazlarsa nolur? ben kimim ki onlar olmasa?

yetmiyor, yetemiyor...

19 Nisan 2013

ertelemek


Hep erteliyordu. Yürüken düşündü, ertelediğini düşündü. Bi taraftan da bunu şimdi düşünmemeyi, daha kıymet vereceği bi zamana ertelemeyi düşündü. Ertelediğini düşünmek kolay bir iş değildi, kıymetliydi. Yazmalıydı belki. Belki bu kez içindeki fırtına çıkardı dışarı. Eve gidince düşünecekti. Girer girmez bi kağıt kalem bulacaktı. Kurşun kalem, ucu iyi açılmış. Ya hazırda ucu iyi açılmış bi kurşun kalem yoksa? Endişelendi. Ertelememeliydim dedi.bi kez de ertelemesem ya. Nolur sanli. Ben niye anı yaşayamıyorum dedi. Yolda yürüdü. Yürüdü. Yine de odaklanmaya çalıştı. Eve gidince… kimse var mıydı acaba evde. Olmasındı. Hiç konuşmayacaktı kimseyle. Meraba bile demek istemiyordu. Büyü bozulurdu yoksa. Neyin büyüsü. Ne düşünecektim ben? Heh .. hep ertelemek hakkında. Yazacaktım. Yazarak düşünecektim. Ya yolda biri selam verirse. Ya yolda giderken birden canım sıkılırsa ya da birden mutlu olursam ya birden unutuverirsem neyi düşüneceğimi?....
Ya yine. Sırf ertelediğim için dışarı çıkartamazsam içimi.
Yoldaydı. Ertelemekten bahsetmeyi ertelediği için vicdan azabı duyarak yürüyordu. Kaldırıma park edilmiş arabaları anahtarla çaktırmadan çizmek isteyerek. Yolda -tedirgin bi kedi gibi sürekli- arkasından araba gelip gelmediğini kontrol ederek. Gündüz varkti trajik bi trafik kazasına kurban gitmekten endişe ederek. Biçok şeyi bi arada yaparak. Trafik ve trajik kelimelerinin bu kadar benzemesi tesadüf müydü.

Keşke dedi, şimdi ertelemeden düşünebilsem.

 

18 Nisan 2013

GİT

keşke içim dışım bir olabilsem şimdi.aktarabilmyi o kadar çok isterdim ki, her şeyi
olduğu gibi
güzelleştirmeye  çalışmadan.
eskiden yazardım. gözlerim yaşarırdı yazarken. bitince gurur duyardım her bi cümlemle.
hayran kalırdım kendime.
şimdi ağlamamak üzerine kurulu her şey.
niye?
ağlayınca güçsüz olduğunu kabul etmiş oluyorsun.
kabul ettikçe daha güçsüz oluyorsun.

şimdi bakıyorum gözyaşları gelecek gibi, meyilli, bırakıyorum o cümleyi.
soğuk, kötü tercüme edilmiş sözlere dönüşüyor içimden geçenler.

o yüzden yazmak sadece öğrenmek için, hatırlamak  için not almak demek artık. yazmak. cv ye eklenecek bi cümle için ufak bi adım artık. edebiyat yok. yakın vadede faydası yok. zamanımı adayamam çünkü çok riskli. belki bi bok çıkmayacak benden. belki edebi değerim hiç yok.

şimdi tüm cümleler anlamlı, anlaşılır. mecaz yok. hayat belki de ondan bu kadar gri. bu kadar plesantville.

konusan benden nefret ederdim eskiden, artık yazan beni de sevmiyorum.
--------
uzaklaşmak zamanı aslında. arkanda kalsın kırık kalpler. kendini anlatmaya çalışmaktan vazgeç. boşver. bu kırılan kalpler canı sıkılınca tamir de ediverir kendini, biliyorsun.

git. kapat bilgisayarı, telefonu.
iyi olduğunu bilsinler sadece, skandal yaratmaya da gerek yok.
haberleri falan geçtim, bütün dostlarının dertlerinden uzaklaş. sevgilinden uzaklaş. ailenden.. dünyanın halini, derslerini bırak.

düşünme demiyorum, bulunduğun mekandan uzaklaş sadece.
nerde olduğunu bilmesinler. çat kapı gelme ihtimali olmasın kimsenin. bikaç gün sadece.

anlatma derdini. dinleme kimseyi. düşün. düşünmeden edemezsin çünkü. canın mı sıkıldı? ağla, bağıra çağıra ağla! silme sümüğünü aksın gitsin, ağzına girsin, tuzlu, çirkin şey.göz yaşın da girsin (o da tuzlu ama o kadar çirkin değil sanki)

git. geyik yapma. git sadece. bi kendinle kal artık. bi delir. deliremezsin nasılsa, biliyorsun. gözlerin şişsin, uyu, uyan. alkollenme hiç. kafan ayık olsun. unutma o anları.

kendini dinlemeyi unuttun çocuk. dinleyemiyorsun, istesen de beceremiyorsun artık.

git biraz.

17 Nisan 2013

KİŞİSEL GELİŞME BÜYÜME VE DAYANIŞMA DERNEĞİ APS PVC ADL AŞ DOT COM

yds den geçen senekinden farklı bi şey alamadım. hatta 67den 66ya düştüm.

vizeler iyi geçmedi. okumaları yetiştiremedim. çünkü anlamadım. geçen dönemin konularını bu dönem anca anlıyorum. muhtemelen bunları da yazın oturturum kafamda bi yerlere. onu da beceremeyecek kadar da salak değilimdir heralde... (estagfirullah... dediğinizi duyar gibiyim. hıhı evet.)

şimdi dönüp şöyle bi arkama baktığımda bi boka yaramadığımı görüyorum. ama napcan, hayat işte. yaramak zorundayız ya, çabalıyoruz. sanki ilerde bi wallerstein olabilecekmiş gibi, gece gündüz kitap okuyan bi tip olduğumu hayal ediyorum. ben hiç öyle olmadım ki, söz konusu kitap roman değilse eğer.. ben sadece tüketiciyim şu hayatta. ne sanatçı ne bilim insanı yok içimde. bi devlet memuru akademisyen, yani vazifemi yaparım maaşıma bakarımcı olabilirim belki.

kendimi önemli görmek isterdim halbuki.
altı üstü 4 sınavdan başarısız oldum diye bu sonuçlara ulaşmam doğru değil belki. bakalım, deniyoruz işte.

ama şu yüksek bitene kadar hala yaratıcı enerjiyi bulamazsam içimde, tüketici hayatı benimsemeliyim. yaşamı devam ettirmek ve azıcık zevk almak için ne gerekiyosa yapmalıyım.

içimde asla yok olmayan bi açlık hissi var. bu da ikinci sorun.

başka da bi derdim yok çok şükür.... desem nası sevinirdin di mi blog. bok yok. ama anlatmıcam. hiç bütün dertlerimi toptan düşünerek canımı bütün olarak sıkamam. biraz sıktım sınavlar için, birazını da sonraya bıraktım.

şimdi leave me alone. i need to make a plan to be successful in whole life.

hey u life! i ll kick ur ass, man! we ll see r u big or me?!?!?!!

bu da böyle bi r kişisel gelişim yazısı olsun.

11 Nisan 2013

UP FALAN FİLAN...

up'ı izledim geçen gün tekrar.

yeni bi ders çıkardım, sevdiğim 2 insana söyledim.

sevdiklerim, beni hayatta tutanlar. ölürsem üzüleceğini düşündüklerim. intihar etmememin en büyük sebepleri.

onlar ölürse ne yaparım, ya da ayrılırsak mesela?
yaşamaya devam etmem gerek. niye, bok mu var? hayır, o kadar bağımlı olmamalıyım insanlara. eroinden ne farkları kalır o zaman...

bunun için ortak hayallerimiz olmalı. onlar yokken o hayalleri gerçekleştirmek için görevli hissetmeliyim kendimi. cennet şelalesine gitmek şart değil. mutlu olmaya götüren her şey olabilir.

dünyayı kurtarmak olmaz mesela. sikmişim dünyayı. ya da o beni sikiş demek daha doğru olur. ben kimim ki dünyanın neyini kurtarıcam.

----

insanlara manevi anlamda da bağımlı olmamak gerek. bunu öğreniyorum bu günlerde.

ne günlerden geldik be.. insansız yaşamak gerek,derdim bi zamanlar. korkardım, güvenmezdim. güçlü olmak isterdim. kalkanlar indi şimdi. sadece ayaklarımı sağlamlaştırmaya çalışıyorum. bu halde yıkılmak çok kolay zira.

----

hep bi ayar çekmek zorunda mıyız kendimize....

---

keşke saatlerce kitap okuyabilen biri olsam sonunda ben de. hala olamadım. çalışkan bi sosyoloji öğrencisi olamadım.

----

caz dinliyorum. ne kada da güzelmiş.

öpt bye...

8 Nisan 2013

PSİKOLOG GÜNÜ

bugün psikologa(daha doğrusu psikiyatriste) gidiyorum. sonunda.
devlet hastanesinde psikiyatri bölümünde bana verilen 10 dk yı değerlendirmeye çalışacağım.

ne anlatsam?
karnım ağrıyor bi de, regl usulü.

ne anlatsam?
hava soğuk gitmesem mi...

neyse tamam ne desem?
kabus görüyorum her gece.
kendimi bildim bileli mutsuzum.
yalnız kalmayı tercih ediyorum hep.
hiçbir konuda başarılı olamayacağımı düşünüyorum, işe girmekten korkar oldum.
eskiden böyle değildim.
hayallerim yok. geleceğe dair düşünmek afakanları çağırıyor.
haftada bir filan ağlamam gerekiyor.
bağlayan insanlar olmasa ölmek istemeye devam ederdim.
onlar giderse bi gün, idare edebilmek istiyorum.
insanlara maddi/manevi bağımlı yaşamak istemiyorum.
ama nasıl yapacağımı bilemiyorum,
kendimi yönlendirecek gücü kendimde bulamıyorum.
yardıma ihtiyacım var.

bu kadar.

o kadar zor ki şimdi kalkıp gitmek,
keşke eve psikolog servisi olsa.

4 Nisan 2013

KİŞİSEL İMPARATORLUK TEORİM

hayatımın çöküş dönemindeyim gibi geliyor dünden beri. sebebini değil ürettiğim teoriyi anlatacağım.

1988- doğdum. sıkıntılar eşliğinde yükselmeye başladım.karakterim oluşmaya başladı. büyüdüm büyüdüm ideallerim oldu. hedeflerim oldu. liseye geldim. ideallerim için adım atma fırsatı geçti elime. değerlendirdim. iyi bir üniversiteyi kazandım.yükselme dönemi buraya kadardı.

duraklama dönemine girdim.
ortaçağ karanlığından kendimi kurtarmaya çabaladım, önce rönesans sonra reform yaşadım. dinsiz oldum. doğudan kopmanın,   batı medeniyetine geçmenin hayallerini kurmaya başladım. çünkü doğu hala ortaçağdaydı. üstelik ben çağ atlamıştım, katlanamıyordum artık doğu medeniyetine. zihnen çok geliştiğimi hissediyordum. fakat huzursuzdum. isyan etmenin verdiği huzur eksikliği vardı. karmaşa geliyordu. anarşi geliyordu. sonu belirsiz bi anarşi. mutsuzdum. bilgi mutsuzluk getirmişti.
bi devrim yapıp ölmenin hayalini en çok o sırada kurdum.

artık gerileme dönemine çoktan girmiştim. mezun oldum. karmaşa hakimdi. fakat beni kurtarmak isteyenler vardı. çöken imparatorluktan onurlu bi cumhuriyet kurmak istiyorlardı (heyt be, imparatorluk dedim kendime, çok da mütevazıyım), ailem, sevgilim. benim gücüm yoktu onların çabalarını fark etmeden önce. devrimler hayal ediyordum, sonu ölümdü, bu dünyanın pisliğinde uzun uzun yaşamaktansa, onurlu yaşayıp hızlıca ölüvermek istiyordum. o zaman fark ettim, internette intiharla ilgili ne kadar az bilginin olduğunu.

benim için çabalayanları görünce, çabaladım. yüksek lisansa başladım. cumhuriyetin inşası o zaman başladı. işlere başvurdum. part time çalışan sürünen öğrenci olacaktım. ama okul bitince çok iyi bi hoca olacaktım. sosyolog olacaktım. idealist cumhuriyetçiydim. köy enstitüsü öğrencisiydim, daha iyi bi dünya, daha iyi bi ülke olmasa da, elimden gelenin en iyisini yapacaktım. yeni bi amaç edinmiştim kendime. intihar yoktu artık. arada bi devrim isteği gelse de içimden, işe yaramayacağını düşünüyordum, önemli olan düzen içinde sözünü geçirebilmekti. en azından gerçekçi olan buydu.

gel gör ki, bugün geldiğim yere bakınca, hala çöküş döneminde olduğumu fark ediyorum. parçalanan imparatorluğun cumhuriyeti asla ingiliz demokrasisine, abd kapitalizmine benzemez. ekonomik gücü, dünyadaki karizması hiç bi zaman yakalayamaz zaten önde olanları. doğu medeniyetinden asla kopamazsın.

belki yıllar sonra şaşırtırım kendimi. şimdilik durum budur.

çözümü düşünmüyorum şu an. düşüneceğim ama. ilerde. şimdilik sadece dersime çalışacağım. çözüm anarşi/intihar değil artık. düzene kilitledim kendimi.

hadi bakalım.

30 Mart 2013

OLAN BİTEN

kafam çok karışık. yaklaşık 1 gün boyunca yalnız kalamamanın verdiği bi şey. gören de bi hafta sanır. işte böyle, günün üçte birini yalnız geçirmezsem sıkılıyorum. neyse kaldımsonunda kendime.

aklımda yapmam gerekenler karışmış halde. sakince bir sıraya koymalıyım.

yarın annem babam geliyor. evde onlarla takılmam gerekecek. fazladan oda olmadıgı için daha düşük yalnız kalma ihtimalim. bu bi yönden de iyi olur, evde çok vakit geçiririm, ders çalışırım.

sevdiğim bi hocamın makalelerinin çıktısını aldım. derste anlaşılmıyor pek demek istedikleri, çünkü konudan konuya atlıyor. bilgi patlaması oluyor sanırım, bize nasıl yansıtacağını bilemiyor. yazılarını okursam daha iyi anlaşabileceğiz. başladım da okumaya, notlar alıyorum, mail atacağım, sonra konuşmaya giderim vs... her görüşümüz uyuşmayabiliriz, ama saygılı oluşunu, öğrenciyle samimi konuşmasını seviyorum. yakın tarihi iyi anlatan film önerisi istedim, rüzgar gibi geçti, 1492 ve casablanca dan bahsetti. izleyeyim, devamı gelir. odasına gittim bi gün, poşet çay filan hazırladı bana. insani tavırlar... mühendislikten hiç alışkın değilim böyle hocalara, o yüzden biraz fazla seviniyorum belki de.

ayrıca hala şaşkınım. hocalarımın çoğu sağ kökenli sanırım. ama ateistler üzerine, dinsizlik üzerine çalışmak istediğimi duyup aldılar beni bölüme. gerçekten insancıl ama tarafsız bi yerde olduguma inanasım geliyor bazen, bazen de altında bi bit yeniği arıyorum. hocaları tanıdıkça göreceğim. şimdilik iyi.

öğrenmek ne güzel bi şeymiş. unutmuşum. sosyal bilimin o karmaşık diline de alışmaya başladım sanırım. eskiden zorlandığım kitaplarda artık o kadar da zorlanmıyorum. insan istemediği mesleğin okulunu okumamalı. yıllar boşa gitmiyor belki, lisansta mühendislik değil de sosyoloji okusaydım kıymetini şimdiki kadar bilemezdim, saçma/zor gelirdi. ama öğrenme aşkını sömürüyor istenmeyen bölümler. lisede nası severek çalışrdım öss ye bile, çünkü konular ilgimi çekiyordu. üniversitedeki hayal kırıklığı, konuların karakterimle ilgisizliği...
sonum ne olacak hala bilmiyorum. ne zamana kadar öğrenci kalacağım? zamana bıraktım. düşününce çözüm bulabilenlerden değilim.

geçmişimle ilgili çok fazla kabus görüyorum. fantastik olanlar güzel, insanın zihnini geliştiriyor ama misal, işten ayrılırken kavga ettiğim bi patronun delirim tecavüz etmeye çalıştığını ve beni bi binaya kapattığını görmek pek iyi gelmiyor. bütün günü etkiliyor. kötü anılarımla barışmayı öğrenemedim. günlük hayatta çok aklıma gelmese de uykuda rahat bırakmıyorlar. bi çözüm lazım buna.

psikologa gitmek istiyorum ama zor iş. devlette sadece psikiyatrist var. onların da 10dklık muayene aralıkları var. 10 dk da ne anlatacağım da anlayacak ki? rehberlik merkezlerindeki rehberlik hocalarına da güvenmiyorum. bi kere gittim, ben anlattıkça panik yaptı adam. "aa ama bak öyle şeyler düşünme" dedi. bi diğeri yaşlı bi teyzeydi "benim oğlum da senin gibi, bu nesil hep böyle vallahi bilmiyorum ki ne yapsak" gibi bi tepki verdi. kadın üzülmesin diye anlatamadım, çok da tatlı bi şeydi.

hayat zor. her cümlemi bununla bitirmeye başladım son günlerde.

ama karamsarlık azaldı üzerimdeki. yani insanlığın gidişatı hakkındaki karamsarlık. tarihi okudukça kronolojik sıralamaya yukarıdan baktıkça doğdu bu düşünce. çoook yavaş da olsa insanlar iyiye gidiyor. hata yapa yapa doğru olanı görüyorlar.

misal sanayileşme başlarken işçilerin insanlık dışı çalışma koşulları vardı. isyan ettiler. çalışma koşulları süper olması, ama iyileşti. işçi sağlığı ve güvenliği gibi şeyler çıktı. ve eskiden çok da düşünmedikleri bi şeyleri düşünmeye fırsatları oldu: ben köpek gibi çalışıp bin tl alırken, benim yaptığım iş sayesinde patron milyarlar kazanıyor. şu an kıza kıza iş yapma dönemindeyiz. zamanla buna da tepki gösterecek çalışanlar. bu bi devrimle olmayacak muhtemelen. yavaş yavaş. nasıl? bi formül veremem, bilmiyorum. ama iyiyie gidecek. he bu sırada iyice tüketim alışkanlığımız artıyor. bi şeylerimiz de kötüye gidiyor. belki bilimkurgularda olduğu gibi dünyadaki tüm kaynakları tüketeceğiz ilerde, bi sürü insan ölecek, ama yeni bi yaşam çabası doğacak, tekrar doğayla barışmaya çalışcağız.

çok kötüyü görmeden iyileşmiyoruz gibi geliyor okuduğum kadarıyla. devrimler, eylemler katkıda bulunuyor buna. ama köklü değişimler için kafaların değişmesi gerekiyor ve fakat kafalar ancak iyice boka battıktan sonra değişiyor. devrimcilerin eylemcilerin hayatları kaynıyor bu sırada. doğru değil, ama hep böyle olmuş.

gibi, okuduğum kadarıyla.

okudukça, bilgi edindikçe kendimden emin olma ihtimalim düşüyor. çünkü ya o yazar yanlı yazmışsa, ya başka birinin başka bi tezi varsa, ya dünyada başka bi bilgi varsa ve o benim eksiğimi gösterirse. kesin konuşmaktan çekiniyorum. fakat böyle mütevazi oldukça benden az bilen insanların beni küçümsediğini görüyorum. onlara nasıl emin olabiliyorsun bu konuda? dediğimde, kaynak gösteremiyorlar, gösterme gereği de duymuyorlar. çünkü ona inanıyorlar ve onların inanması yeter sebep onlar için. bu insanlarla muhabbet edebilmeyi öğrenmeliyim, sinirlenmeden, küsüp gitmeden. çünkü çoklar. özellikle erkeklerde var bu, siyaset ve tarih konusunda ne kadar özgüvenliler.

hayat zor yonca. çünkü insanlar yıllar boyunca hiç soru sormadan durur.

bi part time iş buldum. bu kez hiç hayaller kurmuyorum. iş bitip paramı almadan işim var demeyeceğim. son zamanlarda iş konusunda bi cenabetlik var üzerimde. sen çalışma, otur dersine çalış, mesajı veriyor evren sanki.

yds ye gireceğim. bu hafta biraz kelime çalışayım. çok sıkıcı.
ales e de gireceğim. malum, yökte araştırma görevlisi ilanlarının takibindeyim.

okumak güzel şey, sadece okumak anlamak öğrenmek istiyorum şu hayatta. bi de belki okuduklarımı beni dinlemek isteyenlere anlatmak olabilir. başka bi yeteneğim ve hayalim yok. sırf öğrenmek için daha çok gezmek istiyorum.

eski zamanlarda yaşamış bi erkek olsaydım, ilim için dünyayı dolaşmaya çıkardım, bilginleri ziyaret ederdim. niye var olduğumu öğrenmek amacım. bi sonuca ulaşır mıyım bilmem ama hayatta bunun cevabına katkıda bulunmayacak tüm sorular anlamsız geliyor. misal, çikolatalı gofretin ambalajının ideal kalınlığını hesaplamak ile günlerimi geçirmek, korkunç geliyor.

böyle düşününce, hayat farklı bi açıdan zor geliyor yonca. işte yorulmak değil de, tüketilir bi şey üretmeyince para kazanamamak ve tüketememek oluyor sorun. nasıl kazanacağını bilememek.
bi çaresi bulunur elbet. hele bi sakin şimdilik. ders çalışayım ben.




15 Mart 2013

öykü yazmaya ihtiyacım var. kendimi anlatmak için. okunmasa da olur.

resim yapmaya ihtiyacım var. insan figürleri.

can bonomo eşliğinde. şimdi.



6 Mart 2013

İLİŞKİLERDEKİ SORUNLU BENİM, HAYIR BENİM...

keşke kimse yakınım olmasa. sevgilim/dostum olmasa. hiç yaralanmazdım. uzak insanların yaralamalarını umursamıyorum, sıyırıp geçiyor. ama yakınlar günlerce unutulmuyor. hadi unuttum diyelim, azıcık kaşıyınca tekrar acıyor.

halbuki yakın da olsa onlar da insan. bencil olur, unutkan olur, saygısız olur, umursamaz olur.. ben her zaman kendimi adıyor muyum sevdiklerime? benim onlara karşı yaptığım hataları yapıyorlar en fazla. neden unutamıyorum?

kimseyi göresim yok bugünlerde. görürsem dayanamam kalp kırarım diye korkuyorum. zamanla geçer diye bekliyorum. daha önce de çok kereler geçti zaten, olmayacak şey değil. neye kızdığımı deşmemeye, düşünmemeye çalışıyorum, unutmam kolaylaşsın diye. ne kadar doğru bi yöntem bilmem.

5 Mart 2013

OLMADI YAR, SU TESTİSİNE DOLMADI YAR

"ey hayat
sen şavkı sularda bir dolunaysın" demiş şair.
insan bu cümleyi nasıl kurar?
insan ne ile yaşar kadar gereksiz, cevabı belli  ama belirsizbi soru.
aha aynı sosyal bilimci gibi konuştum, net bi şey söylemedim, ama bi şeyler söyledim.

neyse.
iş olacak gibi diye korkuyordum ya en son, olmadı. ben hazırlığımı yaptım, sundum, proje iptal olmuş. yani şimdilik. vakitleri yokmuş. ileride, yapacakları zaman beni tekrar rahatsız edeceklermiş.

kibarlar.
projemi, çalışma şeklimi mi beğenmediler diye düşünüyor insan ister istemez. çünkü projenin vakit ve enerji alacağını, emek istediğini kendileri söylemişlerdi zaten görüşmede. ben de o yüzden daha kapsamlı bi şey hazırlaıştım.

zaten kabul edilmezzsem diye korkuyordum. çok da güzel iyi oldu. ben öğrenci öğrenci hayatıma devam edeyim arkadaş. yüzsüzlüğe vurayım aileden ömür boyu kredi alayım, öbür tarafta öderim.

aile neyse de, ilerde evlenirsem falan hayatın böyle devam etmesi ihtimali korkutuyor. bütün değerlerimi yıkmam gerekecek. kendi ayakları üstünde duran kadın olacaktım hani ben, hani o eleştirdiklerimden olmayacaktım?

erkeklerin çalışmama gibi bi ihtimalleri adeta yok. çalışma hayatında tutunamama, rest çekip ayrılma.. benim bu hayatım lüks resmen. yıllardır başkalarının istediklerini yaptım başarılı olmadım, kendi istediğimi yapacağım olmazsam da napalım... diyerek çıktım yüksek lisans yoluna, hatta mühendisliği red yoluna da bu şekilde çıktım.

ama bi şeyde başarısız olma ihtimalimi hiç düşünmedim: para kazanmak. bi şekilde kazanırım dedim hep. ama olmadı. kazandığım zamanlarda da başkalarının istediğini yapmaktan kendi isteklerime vakit ayıramıyordum. o zaman da ailem değil işverenimdi bileğime kelepçe takan.

sürekli bi engel var. sevdiğim konulara odaklanmam para getirmiyor. bi şekilde zamanımı duygularımı satmam katlanmam gerek.

ya da otlakçı hayata devam etmem gerek. kendime ait biodam asla olmayacak demek oluyor bu.

neyse efenim. hayat zor yonca.
biraz ders çalışayım. son zamanlarda en iyi yaptığım şey.

28 Şubat 2013

korkuyorum. yeni bi işe başlama sürecindeyim. görüştüm. bi iş yapacağım, beğenirlerse devam edeceğiz.
ya beğenmezlerse?
öğrenci cvsi.
orda burda yapılmış, profesyonelleşilmemiş alanlar.
kendini pazarlamayı hiç beceremeyen bi tip.
çevresinde herkesin sırıttığı bi tip.
herkes sırıtıyor. arkasındaki düşünce anlaşılmasın diye durmadan sırıtıyor.
zor geliyor. akıllarından geçenleri anlamaya çalışmak zor geliyor.
tırstım resmen.
yine bi öğrenci işi, ama biraz daha ciddi.
korkuyorum.
ya beğenmezlerse.
ya ben gerçekten bi bok beceremeyen biriysem?
ilk kez açık yüreklilikle yüzüme söylenmiş olacak bu.
öncekilerde hep işimi iyi yaptığımı söyleyenlere karşı durup, rahatsız olduğum etmenler sebebiyle işten ayrılmıştım.
ya şimdi öyle olmazsa?
ya daha baştan reddedilirsem?
ya eski işlerim zaten çok basittiyse, işi seveyim diye gaz verdiyse yöneticilerim?

niye bu kadar korktum ki.
yaklaşık 5 aydır çalışmıyorum.

sakin ol ve o elindeki kahveyi yere bırak.
git bi yarım saat uyu.

26 Şubat 2013

BENCİLLİK VE YALNIZLIK ÜZERİNE BİR VARSAYIM

hani sevdiğin biri vardır,
arada bi sinirlenirsin ya da bıkarsın,
laf sokasın gelir,
patlamak istersin, sarhoş gibi lafını esirgemeyesin gelir

çat diye söylersin bi cümlede
içinden ne geldiyse.
sarhoşmuşsun gibi.

aradan 1 saniye geçer,
onun nasıl üzüldüğünü görürsün
pişman olursun
olmayabilirsin de.
hak ettiğini bilirsin,
sadece daha kibarca söylenebilecek şeyi alabildiğince kaba söylemişsindir.
"o kadar samimiyiz, onunla da mı kibarlık oyunları oynasaydım" diye kendini aklamaya çalışırsın.

sonra
o'nun da kalbini kırarsam başka kim kalır diye düşünürsün.
3-5 kişiden biridir zaten.
bildiğin 3-5 kelimeden biridir.
kurabileceğin cümle kalmayacaktır onu da kaybedince.

"aslında öyle demek istememiştim" dersin,
aslında kastettiğin tam olarak o olmasına rağmen.
daha kibar bir anlam çıkarmaya çalışırsın
anlamını yitirir sözlerin çünkü tek bir sonu olabilir her öykünün, silinip yazılanlar yakışmaz.

o da aynı şeyleri düşünür.
sana da kızarsa, doğru sözlerine alınırsa, kim kalacaktır ki yanında?

biraz sessiz kalıp, devam edersiniz yaşamaya.
ikiniz de biraz daha kırılmışken,
birbirinizi kırmışken,
sarılıp tamir etmeye çalışırsınız
sadece kendinizi.


22 Şubat 2013

ARADA DEREDE ARADA...

Hey dostum benim sorunum ne biliyor musun ha?
nayır bilemedin...o koca beyaz kıçımın kafamdan büyük olması değil...

"anlık ufak tefek minik, hayati olmayan kararlarda arada kalmak"

misalen: bir gün marketin kapısından çıktım. yanımda marketçi amcalar portakal kasalarını markete taşıyorlardı. ben de cüzdanımı çantama koymaya çalışıyordum fekat elimde poşetler olduğu için zorlanıyordum. o sırada bir de mesaj geldi telefonuma, onu merak ediyordum ve moralim biraz bozuktu.

kendi dertlerime dalmışken, kasalardan birinden şirin bir portakal düştü, bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. bayırda ben daha aşağıda kalıyordum, tabi mecburen benim önümden geçecekti şirin şey. geçti. o an eğilip almam gerektiğini fark ettim, jetonum geç de olsa düşmüştü. refleks olarak eğilmedim, düşünmek vakit kaybettirdi. gittikçe uzaklaşıyordu fakat o civarda şirin şeye en yakın olan insan hala bendim.

gitti, gitti gitti... arkasından baka kaldım.
kısacası amcanın teki portakalı düşürdü. insan olan önünden yuvarlanan şeyi durdurur, alır, adam uzatır değil mi? yok benim kafam o kadar yavaş çalıştı ki, almadım. adamın suratına da bakmadım. sanki bilinçli olarak almamışım gibi havalara girdim. muhtemelen ben yolun karşısına geçerken portakala doğru koşan amca, "alsan ölür müydün bip..." diye düşündü.

sonra çok mutsuz oldum tabi. kaç gün oldu bak hala aklımda.

işte böyle. işsizliğin falan yanında böyle küçük şeylerden de mutsuz olabiliyorum. ilahi ben.

o zaman büyük ev ablukadadadadan gelsin: http://www.youtube.com/watch?v=ui-pCoSQZgo

14 Ocak 2013

SIR DOLU DÜNYA

bütün günü evde geçiriyorsam, hele ki işsizsem, öğleden sonra değil de, saat 10 gibi -yani ne işkence olacak kadar erken, ne de günleri karıştıracak kadar geç- uyandıysam, yaşayacağımdan emin olduğum iki evre var.

1. evre: enerji dolu hal. o gün ne yapmam gerekiyorsa kafamda tartarım. planlarım. koskoca gün, hangisinden başlasam diye heyecanlanırım. yetiştirememe korkum olmaz. ev işlerini de aradan çıkartırım derim. misal, dersten sıkılnca kalkıp şu tozları da alayım derim.

2. evre: havanın kararma işaretleri verdiği saatlerde başlar. mevsime göre değişir bu saat tabi (muhtemelen bu yüzden kışın daha depresif oluyorumdur).bakarım, hava kararmak üzere, ben muhtemelen sabah yapmayı planladıklarıma hiç başlamamışımdır bile. isyan dolarım. kendimi suçlarım, ne kada da tembelim, o saçma videolara dalmasaydım, o karikatür okumalara batmasaydım, şimdiye bitirmiştim dersi diye...ama artık çok geçtir. birazdan eve birileri gelecektir. yemek hazırlasam iyi olacaktır ama sabahtan beri hiç bi şey yapmayıp bi de yemek hazırlamakla vakit kaybetmek istemem. hem ne gerek varmış canım, işsizim diye hizmetçilik mi yapcam.. lara kadar gider bu düşünce.

halbuki tüm bu saçmalıkların tek sebebi erken kalkmamdır. kırk yılda bir erken kalkmanın verdiği gururdur o baştaki enerjiyi başıma musallat eden. her kendini beğenmiş harekette olduğu gibi onun da içi boş, desteksizdir, sönüverir. erken kalkmasam sıradan bir gün yaşayacakken, erken kalkıp kendimi suçladığım bi gün yaşamış olurum.

oldu o zaman. ders çalışayım ben. bi ooyalama insanı blog! sınav var yarın!

ÇİPETPET PET..


final zamanı.

bi tanesi oldu da bitti maşallah. 2 final bi ödev teslimi kaldı.
yetiştirememenin verdiği bi rahatlık var üstümde.

bu dönemi değerlendirelim hadi, çooook  vaktimiz var ne de olsa:

- istediğimiz gibi, hocalarımızın beklediği gibi okuma listemizi tamamlayamadık.
- ingilizce çalışamadık.
- biraz marx öğrendik.
- iş aradık bulamadık, aramaktan vazgeçtik.
- borç harç, pasaport aldık, belki bi şey olur gideriz dışarılara diye.
- tatuta ya başvurduk. yarıyıl tatilinde bi yerlere gidip ölmeden böbreği kaptırmadan tecavüze uğramadan dönmeyi planlıyoruz (yaklaşık 1 senedir kendi canım hakkında daha fazla sorumluluk hissediyorum, ölürsem üzüleceği kesin olan biri var zira.. ondan mıdır nedir "başıma bi şey gelirse..." korkusu sardı. yıllardır yoktu öyle bi şey. tatuta sırasında bunu yenmeyi, sonra tekrar sirseri sirseri gezme hayalleri kurmayı planlaıdım ben de, bakalım işe yarayacak mı)
- düzenli felsefe okumalarına başlamaya karar verdik.
- dandik öğrenci işlerine başvuracak gücü depoladığımızı hissediyoruz. finallerden sonra başvurmaya karar verdik.
- sigaraya başlayacak gibi olduk. bi günde yarım paket içtik. tiksindik, tadı bi gün boyunca ne yaptıysak gitmedi ağzımızdan. paketin kalanını kırıp attık çöpe. arada bir otlanabiliriz, karşılığında çay ısmarlarız. ama paket taşımayacağız.
- twitter dan uzak duracağız, yine bağımlı olmaya başladık.
- 19 ocakta hrant dink anması var. yürüyüşe gidemesek de (pek gidesim de yok ya) bi şeyler yapmak lazım. ,
- 24 ocakta uğur mumcu ölmüştü. onda da bi şeyler yapmak lazım. ocak lanetli aylardan. hangisi değil ki gerçi?
- bi de hayvanlar. yaşam enerjimi körükleyen yaratıklar. bi şeyler yapmam lazım. dernek üyeliği falan değil de, daha bireysel takılmam lazım. stk lardan soğudum sanırım. bi de bi topluluğa bağlanmaktansa bireysel devrimler yapmak daha enerji  verici geliyor. fucoult amca da öyle demiş sanırım. sevdim sırf bu yüzden adamı.

hayvan demişken, izlemediyseniz eksik kalmayın, başlık da burdan gelmekte: http://www.youtube.com/watch?v=4-M5JVR1JlM

ders çalışanlara müzik, hadi bu da benden olsun hadi yine iyisin: http://www.coffeeplaylist.com/  uf çok düşünceliyim ya...


sevgilerle lilililerle...

9 Ocak 2013

KÜÇÜK-ŞİRİN KİTAPÇININ İNSAFSIZLIK TARZI

 
kaynak burda
Mühendislik mezunuyum. Her yeni mezun gibi kafam karışıktı, mesleğe başlamak istemedim.
Her kitapsever gibi küçüklüğümden beri kitapçıda çalışma/kitabevi açma hayalim vardı. İkisini birleştirince, bu sektörde ömrümü geçirme hayalleriyle birlikte kendimi kitapçıda çalışırken buldum.
İstanbul’da AVMlerden birinde bir zincir kitapçısında 3 ay asgari ücrete çalıştım. 3 ay sonuna yaklaşırken, internetten özgeçmişimi inceleyen bir işverenden teklif aldım. Ücret daha fazlaydı, evime daha yakındı -her aklı başında aceminin yapacağı gibi- teklifi kabul ettim. Eski kitapçımla anlaşarak ayrıldım. Müdürüm “hep iyi elemanlarımı kaybediyorum düşük maaş yüzünden, merkeze söylüyorum, dinlemiyorlar beni” diyerek üzgün olduğunu belirtmişti. Samimi bir ortamdı, seviyordum, onlar da beni seviyordu sanırım.
Yeni işim de yine AVMde fakat bu sefer şubesiz, küçük, şirin bir çocuk kitapçısıydı. Üniversite mezunu olup aylık 1100TLye kitapçıda çalışan insanın nasıl bir ruh halinde olduğunu tahmin edebilirsiniz: Kitap aşığı, kitapçıda çok para kazanamayacağının farkında, bir taraftan işleri yürütüp bir taraftan bir şeyler okuyabilirsem sevinecek biriydim, çok satış yapmak, çok para kazandırmak istiyordum. Maaşım artsın diye değil, böyle güzel bi yer uzun süre açık kalabilsin diye.


kaynağı da söyliyim: şu
Sevdiğim kitapları, mesela Küçük Kara Balık'ı ve Kanatlı Kediler Masalı'nı sattım en çok.  Bir çocuğu Ursula Leguin'le ya da Samed Behrengi ile tanıştırmak... güzel bi şeydi ama.. 
Ne yazık ki 6 ay boyunca işler hep böyle yürümedi. Büyük şirketlerin göstere göstere yaptıkları sömürüyü, burada çaktırmadan, duygu sömürüsü eşliğinde yaptıklarını fark ettiğimde büyük hayal kırıklığı yaşadım ve daha fazla duramayacağımı anladım.
Sorunlar yüzünden iyice bunalıp ayrıldıktan sonra, bi süre daha  ihtiyaç duyuldukça part time çalışmaya devam ettim.  Yine parttime olduğum günlerden biri sonunda, dayanamayıp patronlarıma bi mail gönderdim. Süreci anlatmayacağım çünkü o maili buraya kopyalıyorum. İtalik yorumları şimdi ekliyorum. Kitapçının ismini burada yazmak istemedim, yerine Kitapçı diyorum.


Burada söylemek istediğim, küçük patronun bakış açısının kitapçı olsa da değişmediği. AVM de yer alan hiçbir mağaza "yarı gönüllü, çocuklara daha iyi hizmet için" falan açılmamıştır. Kiralar o kadar yüksek ki bu romantizmle açılırsa anında batar zaten.
"Ne kadar güzel, şirin bir kitapçı" diyenleri duydukça, aklıma bu yaşadıklarım geliyor:
------
“Merhabalar,
Kitapçıyla ilgili birkaç problemi hatırlatacağım:
- Eleman sayısı yetersiz. 1 kişi kasada durmalı, 1 kişi müşterilerle ilgilenmeli. Haftanın birkaç günü de olsa 1 kişi yalnızca depodan sorumlu olmalı. Burası sahaf ya da          “İstiklal’de kimse uğramasa da olur” diye düşünülerek açılmış bir kitapçı değil. AVM içinde, oldukça yoğun olan bir yer. Daha yoğun olması için medyada duyurular da yapılıyor. Ancak iddia edilen maddi imkansızlıklar nedeniyle ihtiyaç olmasına rağmen eleman alınmıyordu. Bu maddi imkansızlıklara inancımı kaybettiğim için işten ayrılmıştım zaten. Mağazada 09.30-18.00 arası ve 13.30-22.00 arası çalışan iki elemanı bulunuyor. Her eleman haftaiçi bir gün tatil yapabiliyor. O günü, diğer eleman tam gün çalışıyor.

başıma bi şey gelmeyecekse burdan aldım
- Fatura sistemi sık sık bozuluyor. Müşterilerimizin çoğu devamlı geldiği için bu soruna tekrar tekrar şahit oluyorlar. Bir an önce sistem sorunu çözülmeli. Kitapçının marka değeri, müşteriye rezil oluyor. Bu maili yazmama vesile olan sorun da buydu. Tekrar tekrar gelip de faturasını alamayan bir müşteri, mağazaya kırk yılda bir uğrayan patronumuzun yanında “sizi şikayet edeceğim, bu yaptığınız suç, ne demek faturanızı sonra verelim?” demeye başlamıştı. Kendisi sevdiğim müşterilerden biriydi, karşısında mahcup olmak korkunçtu. Fakat, patronun “benim hiç haberim yok sık sık böyle bir problem olduğundan” demesi daha korkunç oldu. Çünkü onun haberinin olmaması demek, faturayı kesmeyen biz mağaza çalışanlarının parayı cebe atıyor olmamız demekti. Biz bu sorunu her seferinde merkeze iletiyorduk. Patronun haberinin olmamasının sebebi, ya merkezin ona bildirmemesi ya da O’nun umursamazlığıydı, bizim suçumuz değildi kesinlikle. Belki lafının nereye vardığının farkında değildi ama böyle bir insan için “yarı gönüllü” çalışmak, enayi gibi hissetmeme sebep oluyordu. (İş görüşmesinde “bizim işimiz biraz da yarı gönüllü bir iş” demişlerdi.)
- Fatura basma makinesi çok yavaş. Fatura beklemek müşteriye işkence olmayacak hızda olan yeni bir sistem kurulmalı.
- Size bahane gibi gelen bu sorunları müşteri sık sık eleştiriyor. Eleştirilere –siz değil- çalışanlar cevap vermek zorunda kalıyorlar. Çalışan aynı anda hem ücreti alıp, hem bu yavaşlıkta fatura kesip –ki gelenler 1-2 kitap alıp gitmiyor, yüzlerce liralık alışveriş eden sürekli müşterilerimiz vardı- hem de o sırada bilgi isteyen, mağazada dolaşan müşteriyle ilgilenmek zorunda. 
Çalışanın sıkıntıları:
Kitapsever, entellektüel birikim sahibi, yabancı dil bilen (kitapların yarısı İngilizce idi) ve üniversite mezunu eleman alıyorsunuz. Yeni eleman, az maaşla biraz gönüllü havasında işe başlıyor. Fakat yukarıdaki sorunların çözülmemesi ve çözüleceği umudu vermemesi (bu konuları daha önce çok kez dile getirdim çünkü) çalışanın huzurunu kaçırıyor. Mağazada müşteriye yetişemiyor, yeni gelen kitapları hemen mağazaya çıkartamıyor, hangi kitabın nerde olduğunu (standlarda mı- tanıtım amacıyla sık sık özel okullarda stand açılıyordu, fakat bunun kaydını tutmaya sistem müsait değildi)  bilemediği için müşteriye net bilgi veremiyor, müşteri siparişlerini düzgün takip edemiyor, stok kontrolünü düzenli olarak yapamıyor. Çok uğraşmasına rağmen bunlara yetişemeyince sizden anlayış ve yardım bekliyor. Umduğunu bulamayınca aşağıda sıralayacağım sorunlar gözüne batmaya başlıyor:
- İş görüşmesinde 10.00-18.00 diye bahsettiğiniz vardiya aslında 09.30 da başlamak zorunda (temizlik için –AVMnin temizlik görevlileri her gün 10.00a kadar temizliği bitirmek zorunda), 14.00-22.00 diye bahsettiğiniz vardiya ise 13.30 da başlıyor. İşler yoğun olduğunda daha geç çıkılabiliyor. İş hem ruhsal hem fiziksel olarak yoruyor.
- Resmi tatillerde ve haftasonunda tatil yapmamak özel hayatı engelliyor.

kaynak şurda
- Eleman, mağazada tek olduğu için yemeğe çıkamadığı çok oluyor. Özellikle full günlerde (09.30-22.00) firma şoförümüzün gelmediği zamanlarda 12,5 saat mağazada kalabiliyor. Haftada 1 gün tam gün çalışıyorduk, çünkü mesai arkadaşımızın tatil günüydü. Firmaya ait şoförümüz vardı, full günlerimizde 1 saatliğine filan gelip mağazaya göz kulak oluyordu. Başka işleri olduğu için gelemeyebiliyordu da.
- Maaş yetersiz: AVM’de en ucuz yemek (McDonalds menüsü) 8TL.Yol+kira+fatura+ihtiyaçlar...
Sonuçta çalışan kendini, sizin düşündüğünüz gibi, "değerli bir kitapçı" gibi değil, liseden mezun sıradan bir mağaza satışçısı gibi hissediyor. Çalışanın hayatı “uyku+iş(sorun)+uyku”dan ibaret oluyor. İdealist, kitabevine emek vermek isteyen kültürlü eleman, Kitapçının yeni bir eleman almaya parasının yetmemesine inanmamaya başlıyor. Sömürüldüğünü hissediyor. Daha fazla satış yapınca, yeni kitaplar depoda birikince sevinemez oluyor. Sadece iş yükünü, işleri "yine" yetiştiremeyeceğini düşünebiliyor. Arada bir merkezden bir arkadaşın yardıma gelmesi işleri düzene sokmuyor. Bir an önce işten ayrılmaya bakıyor. Patronların zengin olduğu bir kitapçıda gönüllü çalışmak saçma gelmeye başlıyor."Burası bir iş yeri ise herkes emeğinin karşılığını almalı; yok eğer gönüllülük üzerine kurulan bir yer ise, neden kendimi hizmetçi gibi hissediyorum?"diyor kendine.
Tüm bunların farkında olmaksızın sizin çalışana verdiğiniz tepki de hoş değil. İşleri yetiştiremeyen çalışana tembel muamelesi yapıyorsunuz. Sanki iş yükü azmış gibi davranıyorsunuz. Eleman kendini zaten müşteri profilinin yukarıdan bakması yüzünden değersiz hissediyor. Siz bunu iki katına çıkarıyorsunuz. Mağazaya geldiğinizde sorduğunuz tek şey o günkü satış miktarı. Problemleri öğrenmekten kaçıyorsunuz, sanki problemleri çalışan yaratıyormuş gibi. Psikolojiyi sağlam tutmak epey zor.
Sonuç: Günümüzde çalışanın huzurunu düşünen çok yer yok, biliyorum. Fakat bu Kitapçı gibi küçük bir yer için daha önemli. Müşteri aslında Kitapçıdaki özel kitapların yanında, özel ilgiye geliyor. D&R umursamazlığı ile sık sık eleman değiştirmek Kitapçı için lüks. Siz bunu düşünmek zorundasınız. 
Not: Müdürümüze söylemiştim zaten, bundan sonra part time olarak da gelmek istemiyorum, sizin de beni artık isteyeceğinizi sanmıyorum. Bilginize.”
-----------------------------------------
Maile hiç cevap gelmedi ve bir daha part time çalışmam için de çağırılmadım.
Zamanla tüm hayallerim saflığını yitiriyor. Olsun, yalana inanmaktan iyidir.
  

İYİ Bİ ANNEM BABAM OLSAYDI...

kitapçıda çalıştığım bi an.

avm içinde, ufak bi çocuk kitapçısı.
akşam 22.00a yaklaşmış saat, toparlanıyorum.
otuz yaşlarında bir çift ve 6-7 yaşlarında kızları girdi içeri.
kasa arkasındayım, toparlıyorum yavaştan. 22.00da kapatmam gerekiyor ama acelem yok, çok yorgun hissetmiyorum kendimi. 10-15 dk daha oyalanabilirim, kalmak isterlerse, sevimli insanlarsa.

kavgalı bi çift. hoşgeldiniz deyip, işime bakıyorum, bi şey sormuyorlar çünkü.

kadın, saatin kaç olduğunun farkında değil ya da önemsemiyor. alacak bi şeyi yok, öylesine bakmaya gelmiş. adam da -22.00a kadar avmde vakit geçirmiş çoğu erkek gibi- sıkılmış, alacağımız bi şey varsa alalım, yoksa gidelim bi an önce modunda. ve daha önce bi şeylere sinirlenmiş belli ki. kadın umursamıyormuş gibi, kavgalı değillermiş gibi davranıyor.

hadi diyor adam, kapanacak burası. sıkıştırıyor karısını.

bu sırada kızları... prensesli, öyküsü olmayan, sırf resimli bir kitap buluyor. o yaşta bir çocuk için gereksiz bir kitap. fazla cafcaflı ama çok da anlamlı olmayan bir kitap. kitapları sevmeyen bi çocuğa sevsin diye verilebilir belki ama zaten çocuk kitaplarını takip eden, 7 yaşlarında okuma bilen bi çocuğa gereksiz.

babası kızın böyle bir kitap istemesine daha çok sinirleniyor. bi sürü var bu kitaptan evde, yetmez mi artık prenses? diyor. anne arada kalıyor. adam kesinlikle almayacağım diyor. bu sırada kadın, adama göre gereksiz olan bi şey alıyor (şimdi hatırlamıyorum ne olduğunu). adamın sıkıştırmasıyla kasaya geliyorlar.

kartını istiyor adam, kadın bende değil diyor, sana verdim ya diyor adam, kadın -çoğu kadın gibi- çantasından cüzdanı arıyor, cüzdandan kartı arıyor...epey bi arıyor, derken buluyor. adam hiddetle çekiyor kartı kadının elinden. kadın korkuyor, bi an bakıyor adamın gözlerine, sonra kafasını eğiyor. bu andan sonra tedirginleşiyor. adam da kibarlığı boşvermiş artık. vahşileşmiş..

bu sırada kızları..kasaya gelmelerinden önce, kadın kartı ararken, bulduktan sonra, ben ücreti alıp, faturayı keserken hep... makinemsi ses tonuyla şunu tekrarlıyor: "iyi bi annem babam olsaydı, bu kitabı bana alırdı, hem okurdum, hem resimlerine bakardım, bana çok şey öğretebilirdi bu kitap. beni seven bi annem babam olsaydı bana bu kitabı..."

adam sinirle kızına bi tane geçirecekmiş gibi. kadın korkuyor. ama  o an kızı susturmaları imkansız.
poşeti uzatıyorum. adam bi şey demiyor, kadın "sana da bu stresi yaşattık kusura bakma" dercesine bakıp, iyi akşamlar, diyor. kızları arkalarından koşuyor.

distopik bilim kurgu sahnesi gibi.
para var, avm de geçirilen saatler var. mutluluğu metasal her türlü halini satın alabilirler.ama mutlu değiller. birbirlerini zerre kadar anlamıyorlar. adam kadını küçümsüyor, kadın adamdan korkuyor. kızlarını anlamsız kitaplara boğmuşlar o yaşa kadar, birden "artık prenses kitaplarını bırakmasını" istiyorlar.

avm deki çocuk kitapçısında manzara genellikle böyleydi. müşterinin en kibar hali. bi de bu anlaşmazlıklarının acısını bizden çıkaranlar vardı. belki bi gün onları da yazarım.

az önce haberleri okurken aklıma geliverdi şu cümle: iyi bi yaradan olsaydı, bizi bu hallere düşürmezdi...anlatayım dedim:)

"idare edemem anne" geldi bi de aklıma, izleyin, kederlenin: http://www.youtube.com/watch?v=JHJMP-G8r38