29 Kasım 2010

HAYAT SANAL, FİLM GERÇEK ARTIK... DEVİR DEĞİŞTİ

Türk filmlerinin güzelliğinden midir hangi birini izlesem dayak yemişe dönüşüm? Yoksa ben mi fazla meyilliyim dayak yemeye? Dayak yiyeceğimi bildiğim filmleri seçiyor da olabilirim elbet.. Misal: Vavien'le Beş Şehir'i neden ardarda izler ki insan...

Hayır çok mu meraklıyım kedilerin insanlardan daha insan olduğunu bi kez daha anlamaya....
Ya da insanın sevemeyeceğini, seviyorsa takıntılı bi hasta olduğunu,
Ya da birinin ölmesini istemenin insanın içindeki doğal pislikten olduğunu ,
insanın içinde bi pislik olduğunu
neden hatırlama gereği duydum ki şimdi?

Halbuki ne olurdu bi Harry Potter falan izleseydim, sıkı dostlar birbirlerine destek olup dünyayı kurtarsalardı?

Bu da lazım bünyeye demek ki...

Herkes hayatında en az bir kez en az bir kişiyi öldürmüştür.
Çünkü herkes eninde sonunda ölür. Elbet birileri birilerini öldürür. Çünkü verilebilecek en büyük ceza ölümdür. Çünkü insan hep ceza vermek ister.

He bi de aşık adam sınanmaz mış. Aptalın teki öyle dedi şehirlerden birinde. Tren filmi.

Bi adam...Bir öğretmen, memur, aile babası...İnsanın onu kendini ikna edişine özenip onun gibi huzura yönelesi geliyor. Ama insanlar içine karışan bi huzuru kim kaybetmiş ki sen bulasın ey hüs... burda olsaydı "öyle deme, sus" derdi.

25 Kasım 2010


YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE...

Az önce Tayyip Erdoğan'ı protesto ettikleri için "15 ay hapis cezasına çarptırılan ve "bi daha yapmıycak ablası" dercesine "5 yıl içinde bir daha aynı eylemi yapmadıkları takdirde affedilen öğrencileri izledim. Video : http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33904

İnşaat işçisi olan ve çalışırken ölen öğrencilerden bahsediyor...
Taşeron çalıştırıldığı için kazalarda ölen işçilerden, Tuzla'dan bahsediyor...
Yanlış bir şey var mı burada?
Kime kızılır ki bu durumda?
Tek tek kişilere kızmak ne getirir? Sistemin çarkına ayak uydurmaya yardımcı olmalarıdır elbet suçları Ama kızmak ne getirir?
"5 değil 15 yıl olsa ben vaz geçmem bu işten" diye protesto etmişler bugün.
Daha önce de vaz geçmeyenler oldu bu düzene karşı. Ne kazandılar?

"Yaşasın halkların kardeşliği" demek işe yarar mı halklar kardeş olmamaya bu kadar meyilliyken?
Ya da İstanbul'da 750TL'ye (boğaz tokluğuna) çalışmaya seve seve razıysa mühendisler, onların hakkını savunmanın manası var mı? Mesleğini yapmak yerine diplomasını kiralıyorsa insanlar... emeği savunmak ne demektir?

"İnsanlık" için uğraşmak gerekir mi gerçekten?
Doğruları söyleyince susturulmayan bir toplum/tarihte bir dönem olmuş mu hiç?
Daha iyiye gidilmiş mi bu uğraşmalar sonucunda?
Yine kazanan 3-5 kaybeden milyarlar değil mi?
Aklından geçeni olduğu gibi söylediğin anda susturulmaya mahkum değil misin? Tersi bir durumu görmedim ki hiç... Her özgürlüğün altında bir oyun aramamın yaşımla/yaşadığım 80 sonrası dönemle bi ilgisi mi var? Neyle ilgisi var bu güvensizliğin? İnanamıyorum insanın olduğu yerde özgürlüğün olabileceğine!

Anlamıyorum, ne için yaşamalı insan?

İTÜ'deki öğrencilerin geleceği nasıl olacak? Muhtemelen şu sıralar maddi durumları çok da iyi değil, yarı zamanlı işlerde çalışıyorlar... Okulları zaten uzamıştır/uzayacaktır. Zamanında bitiren de elbet olacaktır. İş arayacaklar sonunda. Muhtemelen mühendislik/mimarlık öğrencisi hepsi. Olsa olsa özel şirketler ya da devlet kurumlarında iş bulabilirler, ya da akademik hayata atılabilirler. "Doğruları söylemekte" bu kadar ısrarcı olan öğrencileri gelecekte özel sektör "patronları" işe almak ister mi? Devlet böyle çalışanları barındırmak ister mi?
Nasıl bir gelecek bekliyor onları? Elbet iyi şeyler de olabilir, ama bir tek ben mi karanlık görüyorum tüm yolları? bir tek ben mi karamsarım?

Az önce Micheal Jackson'ın 1997-Münih konser görüntülerini de izledim. Video: http://www.youtube.com/watch?v=rd2Q8_R41Wk&feature=related Dansını tarzını farklı oluşunu severim, arada bir enerji verir, izlerim. Ancak konser alanında en önde kendinden geçen kızları ilk kez fark ettim: Gerçek manada kendilerinden geçiyorlar...titriyorlar! Orgazm olmak dışında nasıl açıklanabilir bu hal? İnsan neden birinin dans edişini izlerken çığlık atıp saçını başını yolar? Neden?

Bir fark var hayatı algılamalar arasında... Birini seçmeli insan. Münih'teki ve İstanbul'daki gençlerin bugünü farklı, gelecekleri de farklı olacak... Seçimleri götürüyor onları geleceğe. Gelecek karanlık ama onurlu mu olmalı, yoksa aydınlık ama gözü kapalı mı olmalı? Seçmeli insan birini...

Ya da başka bir yol vardır belki bilmediğim...

23 Kasım 2010

KİMSE-FERİT EDGÜ

Bu yazıda "İkinci el kitap neden sevilir?" sorusuna yanıt vereceğim:

İTÜ kütüphaneden alınmış kitabın arka kapağına ufak bir zarf yapıştırılmış, üzerinde "ÖDÜNÇ VERİLİR" yazıyor. İçinde bir kart var, sol sütun daktilo ile, sağ sütun el yazısıyla doldurulmuş.

LC : PL 248 (raf numarası)
Demirbaş no : 35532 (demirbaş lafı nasıl türetildi acaba?)
Yazarı : EDGÜ, FERİT (ne güzel bir el yazısı o öyle...)
Kitabın ismi : KİMSE
Alanın numarası ve imzası(el yazısı)--- Tarih (mühür)

Karttaki kayıt tarihi 1996'dan başlıyor, 99'a kadar devam ediyor.
Raf numarası hala PL 248 le başlıyor.
Kitaba gelince... Kapakları eskimiş, yırtılmış, koptu kopacak (eve gidip bantlamalı, iade ederken de görevliyi uyarmalı), yaprakları sararmış.
Sarı yapraklarda Ferit Edgü, okunmaz mı hiç?..

Kitabın giriş sözleri:
"Belli bir sürede
(bir karakış boyu)
belli bir noktada
(ülkemizin doğusunda
on üç haneli, yüz on dört nüfuslu
Pirkanis adlı dağ köyünde)
anmak, ansımak, anlamak, sormak
karşılık aramak
ve özellikle yaşamı sürdürebilmek için
yapılmış konuşmalardan seçmeler
ya da
bir monolog'un diyalog'a
dönüştürülmesi çaba(lama)sı"


Bu girişten sonra kimse'yle konuşmalar başlar. "Sus dersin susmaz" hissini anlatır Edgü. İşaretler koyarsın gönlünü okuyan yerlere:

  • "Düşünmüyorum, diyor İkinci Ses. Susuyorum. Düşünseydim konuşurdum."
Sayfaları çevirdikçe gönlünü okuyan resimleri fark ediyorsun. Başka kitapları geçtim, aynı kitabın başka baskılarında da bulunamayacak resimler! Hayal görmüyorsun, gerçekten varlar! Karakalem karalamaları... Kimse'nin sözlerinin ardından bu resimlere baktıkça anında paylaşıyorsun senden önce bu kitabı okuyup bu güzellikleri çizenin hislerini...

İfade etmesi zor, ama bu kitap 3 farklı insanı farklı bir boyutta bir araya getiriyor; yazar-eski okur-sen. Birbirini hiç görmemiş 3 insan birbirine selam gönderiyor demek oluyor bu. İnternetten önceki çağda hayat böyleydi işte!

Kitap karalanmazmış... Hadi canım sen de! Kitap karalandıkça paylaşılıyor, hayat güzelleşiyor demektir.

Hatta kafanı kurcalıyor masum meraklar: Kim bu resimleri yapan kişi? İTÜ'de miydi, yoksa kitabı buraya bağışlamış mıydı? Şimdi ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? .... Belki bi gün karşılaşıp Kimse'den bahsedersiniz belli mi olur... Hayat hayal ettiğin kadar heyecan vericidir.




8 Kasım 2010

KÖŞEDEKİNDEN YÜKSELEN ÇIĞLIK

Nasıl anlatmalı bilmiyorum ki..
Katlanamıyorum size, hiçbir-i-size.
yabancı olsanız "eyvallah" der geçerdim
ancak ve lakin ve fekat
yabancılıktan kurtulduğunuzda
anı yaşamak ne zor!
Misal: bir an varsanız bir an yok olun istiyorum
ancak lakin ve fekat.. ler hep peşimdeler
"cık"
mümkün değil

Halbuki nasıl desem?
kıçımın kenarısınız...
Biliyorsunuz işte şaşkın rolü yapmayın bana,
ben de sizin için kıç bezinden öte değilim.
Sıçarsınız silersiniz..
İstiyorum ki tuvalet kağıdı olalım
Eski bezi yıkayıp kullanmak .. nasıl desem.. pek sağlıklı değil gibi!


Aslan burcuyum ulen ben!
Acayip lider ruhluyum öyle böyle değil!
İstesem hepinizin ağzına sokarım kıç bezlerinizi,
Ama işte.. yoğum ben
Gidin başımdan

Ayaklarım bile uyuşmuş..
içmişim bi güzel
uzak yollardan gelmişim
rahatım..

defolun

6 Kasım 2010


13. İSTANBUL ULUSLARARASI 1001 BELGESEL FİLM FESTİVALİ

Afişten de anlaşıldığı gibi belgesel farklı olanı, görünmeyen yüzü göstermek içindir.

Devasa boyutlarda bi emek var ortada, yazmalıyım mutlaka.

Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen bu festivalde, 29Ekim-4Kasım arasında 24 farklı ülkeden toplam 68 belgesel gösterildi.

İstanbul'da, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi (2TLye iyi film izlenen yer), Goethe Enstitüsü (güzel filmler,söyleşiler düzenleyen yer), Muammer Karaca Tiyatrosu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi olmak üzere 4 salonda gerçekleşti.

Filmler "Gerçeğin aynasında yedi renk" sloganına göre sınıflandırılmış:
- Siyah: Dünyada yaşanmış ya da yaşanmakta olan savaş, zorbalık, toplumsal bunalım ve bunlara tanıklık eden, ezilen ya da direnen insanların öyküleri
- Kırmızı: Dünya düzeninde iş ve emeğin, işçi ve emekçinin halleri
- Turuncu: Yakın ya da uzak coğrafyalardan modern zaman öyküleri
- Sarı: Evden uzakta, göç hikayeleri
- Mavi: Olağanüstü insanların sıradan öykülerini, sıradan insanların olağanüstü öyküleri
- Mor: Sanat ve tutku
- Yeşil: Çevre konuları ve sürdürülebilir bir dünya

Ben sadece 9 film izledim. Hangi birini anlatayım ki.. Filmlerden ziyade duyulmasını istediklerim şunlar:

- Çoğu filmin ardından yönetmenle söyleşi yapıldı.
- Tarık Zafer Tunaya'da (diğer salonları bilmiyorum) izlediğim her filmde salon dolmuştu. Belgesel festivaline bu kadar ilgi olmasına şaşırarak sevindim. İnsanlar belgesele "açmış" meğer, benim gibi ne çok insan varmış meğer!=) İzleyicinin yüzündeki "başka yaşamları görme/öğrenme aşkı"nı görmek umut vericiydi. Ne umudu ? Yaşamın güzelleşmesi umudu...
- Tüm gösterimler ücretsizdi.
- Belgesel yarışması değildi, 13 sene önce "yarışma olmamasına yönelik" karar alınmış BSB yönetimi tarafından (saygım bir kat daha arttı).
- Etkinlik sponsorlarla yapıldı.
- Çalışanlar gönüllüydü ve 7 gün boyunca sabahtan akşama kadar konukları memnun etmeye çalıştılar. Buna rağmen acımasız eleştirilere maruz kaldılar (insanların kendini beğenmiş tavırlarla, gönüllü bir etkinlikte, bedavaya aşırı hizmet beklentisini anlamıyorum).
- Başka yerde bulunması çok zor ve çok değerli filmler gösterildi.

Kısacası bu DELİLER her türlü teşekkürü hak ediyor.