30 Aralık 2010

ACELE...

Öykülerde, şiirlerde, filmlerde cep telefonu/bilgisayar/e-mail/mesaj vs görmeye alıştığım zaman hayattan zevk almaya başlayacağım.... ya da hayattan zevk almayı becerdiğim zaman teknolojiyi sevmeye başlayacağım.

yine de bazı şeyler değişmiyor. çocuklar annesinin dibinden ayrılamayan aptallardı eskiden, hala öyleler. askere gidiyor hala dünyanın tüm erkekleri. askere gitmeyen gerçek vatandaş sayılmıyor. vatandaş olmak zorunda insan hala illa ki. hala anlatılacak çooook askerlik anısı var.

ama bakkal yok artık, alışveriş merkezi var.

topuklu ayakkabı giyen şık kadın evinin erkeğini, hayatının aşkını değil de, gücünü gösterebileceği ortamı arıyor. takım elbiseli, sinekkaydı abilerimiz de öyle...

filmlerin de acelesi var. metroya binip gidiyorlar 2 saatin sonuna doğru. en az benim kadar acelesi var herkesin.

en az benim acelem var hatta sanki... ben bile Ezilmiş Leylaklar Kitabı'nda bir çocuğun babasına gidişini bi an önce görmek istiyorum, gitme süreci içinde kimlerle ne konuşmuş banane! diyorum (demiyorum, içimde mızıklayan 2010 canavarını zincirledim)

ya da Cennet Sineması'ndaki öpüşme sahneleri gereksizmiş gibi... ileri almak istiyor filmi ellerim. bi tuşun ucunda sonuçta verilen onca emek. yapmamak için ellerimi koltuk altımda kavuşturmam gerek..

çok katlı bir alışveriş merkezinde yürüyen merdiven yerine yürümeyenini tercih eden bastonlu bi teyze gibiyim.

mühendislik bozdu dünyayı. dünyanın en verimli mesleği... her şey hızlı ve daha ucuz ama aynı zamanda (ayıp olmasın diye) kaliteli olmalı. bu "olmalı"lardan aralarında en kolay ödün verilebilecek olan hangisi?


zamanı kaliteli kullanmak hızla mı olur?
nereye yetişiyoruz?
çarpım tablosunu öğrenmeden sınıf geçip liseye gitmenin kime ne faydası var?

"meydan benim" diyen deli olmak istiyorum!

25 Aralık 2010

EVDE YOKLAR

İnsanın bazen yaşamaya mecali olmaz ya, öyle işte..
En yakınındakiler kilometrelerce öteden konuşur, konuşur konuşur...
gözleri ne görüyor bunların? dersin
seni görmedikleri ayan beyan ortadadır çünkü

Neden diye sormazsın
zerre kadar umrunda değildir nedenler
sonuçlar da

nasıl bi ruh halidir bu?
nerden gelir, nereye gider
bu boğucu bi yumruk nefes borunda
ölüme en yaklaştığın an
en korkmadığın
ama en koşmadığın
hani ölüme koşmaya bile mecalin yoktur ya, öyle işte

yumruk dersin, ağlasam çıkacak,
ya da kussam ..
ama ağlayamazsın
uyursun
uyursun
uyusam...dersin
uyanmasam
en kolay yol bu,
en enerji harcatmayan
bazal metabolizma esnasında
içine sıçtığın biyoloji bilgini
süpürüp götürsün istersin uyku

uyku
salya sümük
sönük
pamuk gibi beyaz bi karanlık

sabah uyandığında dünya
sen yoksun o pisliğin içinde

KISA FİLMLER ÜZERİNE...

kısa kısa filmleri uzata uzata yaşamaktan başka nedir yaptığımız?
senaryo
genelde sözsüz,
ya da sıkacak kadar çok sözlü
asla tam kararında değil

senaryo
başkası yazmış gibi
aslında düşünmeden karalayıvermişiz

acelemiz var
kısacık olmalı filmler
zaman kısa
birazdan başka bi film başlayacak
yok olacağız biz.
belki bizden sonraki kahraman hatırlayacak
eski bi film kahramanı olduğumuzu,
belki kendi filminde bi an bizi izleyecek..

zamanla yok olacağız..
tarihten, kalplerden.
hiç giremediğimiz kalpler her filmde yer alacak

kısacık bir film için yaşıyoruz
bitmeyecek gibi gelen

filmde kimse mutlu değil
ne yönetmen
ne oyuncular
ne yapımcı
ne kimse parasını kazanabilmiş
film sektörü kötü
senaryo rastgele yazılmış zaten,
amacı belirsiz
oyuncular senaryoyu anlayamadan film bitiyor...

film işi kötü be!
ama kısa kısa filmleri uzata uzata yaşamaktan başka ne yapabilir ki insan?

19 Aralık 2010

HABERLER
  • Kafam yine istemediğim düşüncelerle dolu, çünkü varolanülke'ye uyum sağlamak zorundayım. Bitirme yapmam gerek. Arada işe gidip geliyorum, ama ayrılıyorum bu ay. Sonrasında yeni iş bulma derdi olacak, aynı hatayı yapmamam gerek, istemediğim bi işe sırf iş olsun diye girmemem gerek.

  • Büyük oyunlara dahil olmadan, kendim yazdığım bir oyunda oynamak dileğim. İş hayatı bilgisayar oyunu gibi, karakterler yarat, onlara görevler ver, iyi oyna, başarılı ol, senin kuralına göre oynamayan kaybetsin. Ama sadece senin oyununu kaybeder, ya kendisi de bi oyun yazarsa? İnsan kendi yazdığı oyunda da başarısız olabilir elbet... Denemeden bilemezsin yine de. Kendim yazmam lazım, yazana kadar bikaç şey daha denemem lazım.

  • Gönüllülükle yaşamak isterdim ömür boyu. Gönüllü işler yapsın herkes, alsın versin, ekonomiye değil birbirine can versin. Documentarist'te gönüllü görevli oldum 8-11 Aralık'ta. Ayrıntılı bi yazı yazsam yeri var aslında, ama toparlamam gerek kafamı.

  • Ben mi çok hayalci yaşıyorum, yoksa diğerleri mi çok açgözlü? Çok para kazanmasam da istediğim işi yapmak istiyorum sadece, çok şey mi? Çalışırken geçirdiğim saatler işkence olmasın istiyorum... I ıh...Denemeden, onların deyimiyle "sürünmeden" vazgeçmeyeceğim.

  • Cennet Sineması(Cinema Paradiso) nı izledim. İçim ısındı. Sinema, makinist, İtalya, çocuklar, hayaller, taş sokaklar, perde, yağmurlar, sinema görmemiş seyirci, meydanın delisi... Çok sevdim. Okulun kütüphanesinde ilk kez film izledim. Bu arada, gelip geçerken yaptığı işe (tüm gün film izleme imkanı olduğu için ) özendiğim görevli bana işinden şikayet edince, "galiba her şeyiyle memnun olacağın bir iş yok dünyada Hüs" diyecek oldum kendime. Sonra vazgeçtim, o görevli kadınla ben aynı kişi miydim ki? Sevdiklerimiz farklı demek ki..
  • Dergimizin ilk sayısı 2011 Ocak'ta çıkacak. Sevdim bu işi, ikinci sayı için çalışmaya başladık bile.

  • Şimdilik bu kadar...bitirmeye dönmek lazım!
KENDİ KENDİNE AZAR

Eskiden bir mektup yollayınca, cevabı ya geliverirse diye hep evde durmak istermiş ya insanlar, şimdi benzeri bilgisayar başında yaşanıyor.

Bi elektronik posta yolluyorsun, yarım saatte bir (iyi ihtimal) posta kutunu kontrol ediyorsun, cevap gelmiş mi diye.

İnternetin kölesi olmaktan kurtulmalıyım.

Düşündüm de, telefonum hep eski kalmalı. Düşünemiyorum yolda da maillerimi kontrol edebildiğimi, facebook a girebildiğimi.... Yapış yapış sanallık akıyor hayattan! Hayır.. Daha fazlasına hayır!!...

Kendine gel Hüs! Senin varolmayanulken öyle saçma sapan bi yer değil! Bekleyerek geçmeyecek zamanın. Bilgisayarın yavaş çalışıyorsa sen hızlı çalış! O sadece bi makine, sensin gerçek olan!


Of.. Neyse yabancı değilim benden duy başkasından duyacağına... Hadi şimdi işinin başına.

18 Aralık 2010

İSVİÇRE BANKASINDAN İÇ ÇAMAŞIRI GENELGESİ

Evet, girin dünyanın en iyi bankalarından birinde çalışın. O kadar köle olun ki, donunuza kadar karışma hakkı verin onlara, altına imzanızı atın.


"Sanane!" demeyin hiç
"Aman canım n'olcak, giymeyiveririm, her gün siyah çorap giyiveririm" deyin

Neden? Çok çalışıp çok para kazanmak için.

Neden? İşsiz kalmamak için.
Neden? Sadece para için.

Köle olun, ne önemi var ki, zaten çalışmasanız ne yapacaksınız? Başka bi hayaliniz mi var? Tabi ki yok... Belki bi aile, belki bikaç köle çocuk... Ama daha fazlasına hayır.

Aman vaktiniz kalmasın tiyatroda oynamayı bırak, izlemeye bile. Aman çıkıp şöyle bi gezmeyin aylak aylak. Aman hep yetişecek bi yeriniz olsun. Aman facebookta aktif bi hayatınız olsun, komik videolar paylaşın....

Takım elbisenizle uyuyun hatta! yoksa siz gece yatarken pijama mı giyiyorsunuz? Ya bi deprem falan olsa da aniden dışarı çıkmanız gerekse? O kılıkta mı çıkacaksınız dışarı.... Yok daha neler...

Bankanız bu konuda da bi genelge yayınlamalı. "İş dışındaki hal ve hareketler" , utandırısınız mazallah...

Bi 43 sayfa da o tutar.

Hakkınızda bir tek dileğim var, yok olun yeter...

29 Kasım 2010

HAYAT SANAL, FİLM GERÇEK ARTIK... DEVİR DEĞİŞTİ

Türk filmlerinin güzelliğinden midir hangi birini izlesem dayak yemişe dönüşüm? Yoksa ben mi fazla meyilliyim dayak yemeye? Dayak yiyeceğimi bildiğim filmleri seçiyor da olabilirim elbet.. Misal: Vavien'le Beş Şehir'i neden ardarda izler ki insan...

Hayır çok mu meraklıyım kedilerin insanlardan daha insan olduğunu bi kez daha anlamaya....
Ya da insanın sevemeyeceğini, seviyorsa takıntılı bi hasta olduğunu,
Ya da birinin ölmesini istemenin insanın içindeki doğal pislikten olduğunu ,
insanın içinde bi pislik olduğunu
neden hatırlama gereği duydum ki şimdi?

Halbuki ne olurdu bi Harry Potter falan izleseydim, sıkı dostlar birbirlerine destek olup dünyayı kurtarsalardı?

Bu da lazım bünyeye demek ki...

Herkes hayatında en az bir kez en az bir kişiyi öldürmüştür.
Çünkü herkes eninde sonunda ölür. Elbet birileri birilerini öldürür. Çünkü verilebilecek en büyük ceza ölümdür. Çünkü insan hep ceza vermek ister.

He bi de aşık adam sınanmaz mış. Aptalın teki öyle dedi şehirlerden birinde. Tren filmi.

Bi adam...Bir öğretmen, memur, aile babası...İnsanın onu kendini ikna edişine özenip onun gibi huzura yönelesi geliyor. Ama insanlar içine karışan bi huzuru kim kaybetmiş ki sen bulasın ey hüs... burda olsaydı "öyle deme, sus" derdi.

25 Kasım 2010


YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR VE...

Az önce Tayyip Erdoğan'ı protesto ettikleri için "15 ay hapis cezasına çarptırılan ve "bi daha yapmıycak ablası" dercesine "5 yıl içinde bir daha aynı eylemi yapmadıkları takdirde affedilen öğrencileri izledim. Video : http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=33904

İnşaat işçisi olan ve çalışırken ölen öğrencilerden bahsediyor...
Taşeron çalıştırıldığı için kazalarda ölen işçilerden, Tuzla'dan bahsediyor...
Yanlış bir şey var mı burada?
Kime kızılır ki bu durumda?
Tek tek kişilere kızmak ne getirir? Sistemin çarkına ayak uydurmaya yardımcı olmalarıdır elbet suçları Ama kızmak ne getirir?
"5 değil 15 yıl olsa ben vaz geçmem bu işten" diye protesto etmişler bugün.
Daha önce de vaz geçmeyenler oldu bu düzene karşı. Ne kazandılar?

"Yaşasın halkların kardeşliği" demek işe yarar mı halklar kardeş olmamaya bu kadar meyilliyken?
Ya da İstanbul'da 750TL'ye (boğaz tokluğuna) çalışmaya seve seve razıysa mühendisler, onların hakkını savunmanın manası var mı? Mesleğini yapmak yerine diplomasını kiralıyorsa insanlar... emeği savunmak ne demektir?

"İnsanlık" için uğraşmak gerekir mi gerçekten?
Doğruları söyleyince susturulmayan bir toplum/tarihte bir dönem olmuş mu hiç?
Daha iyiye gidilmiş mi bu uğraşmalar sonucunda?
Yine kazanan 3-5 kaybeden milyarlar değil mi?
Aklından geçeni olduğu gibi söylediğin anda susturulmaya mahkum değil misin? Tersi bir durumu görmedim ki hiç... Her özgürlüğün altında bir oyun aramamın yaşımla/yaşadığım 80 sonrası dönemle bi ilgisi mi var? Neyle ilgisi var bu güvensizliğin? İnanamıyorum insanın olduğu yerde özgürlüğün olabileceğine!

Anlamıyorum, ne için yaşamalı insan?

İTÜ'deki öğrencilerin geleceği nasıl olacak? Muhtemelen şu sıralar maddi durumları çok da iyi değil, yarı zamanlı işlerde çalışıyorlar... Okulları zaten uzamıştır/uzayacaktır. Zamanında bitiren de elbet olacaktır. İş arayacaklar sonunda. Muhtemelen mühendislik/mimarlık öğrencisi hepsi. Olsa olsa özel şirketler ya da devlet kurumlarında iş bulabilirler, ya da akademik hayata atılabilirler. "Doğruları söylemekte" bu kadar ısrarcı olan öğrencileri gelecekte özel sektör "patronları" işe almak ister mi? Devlet böyle çalışanları barındırmak ister mi?
Nasıl bir gelecek bekliyor onları? Elbet iyi şeyler de olabilir, ama bir tek ben mi karanlık görüyorum tüm yolları? bir tek ben mi karamsarım?

Az önce Micheal Jackson'ın 1997-Münih konser görüntülerini de izledim. Video: http://www.youtube.com/watch?v=rd2Q8_R41Wk&feature=related Dansını tarzını farklı oluşunu severim, arada bir enerji verir, izlerim. Ancak konser alanında en önde kendinden geçen kızları ilk kez fark ettim: Gerçek manada kendilerinden geçiyorlar...titriyorlar! Orgazm olmak dışında nasıl açıklanabilir bu hal? İnsan neden birinin dans edişini izlerken çığlık atıp saçını başını yolar? Neden?

Bir fark var hayatı algılamalar arasında... Birini seçmeli insan. Münih'teki ve İstanbul'daki gençlerin bugünü farklı, gelecekleri de farklı olacak... Seçimleri götürüyor onları geleceğe. Gelecek karanlık ama onurlu mu olmalı, yoksa aydınlık ama gözü kapalı mı olmalı? Seçmeli insan birini...

Ya da başka bir yol vardır belki bilmediğim...

23 Kasım 2010

KİMSE-FERİT EDGÜ

Bu yazıda "İkinci el kitap neden sevilir?" sorusuna yanıt vereceğim:

İTÜ kütüphaneden alınmış kitabın arka kapağına ufak bir zarf yapıştırılmış, üzerinde "ÖDÜNÇ VERİLİR" yazıyor. İçinde bir kart var, sol sütun daktilo ile, sağ sütun el yazısıyla doldurulmuş.

LC : PL 248 (raf numarası)
Demirbaş no : 35532 (demirbaş lafı nasıl türetildi acaba?)
Yazarı : EDGÜ, FERİT (ne güzel bir el yazısı o öyle...)
Kitabın ismi : KİMSE
Alanın numarası ve imzası(el yazısı)--- Tarih (mühür)

Karttaki kayıt tarihi 1996'dan başlıyor, 99'a kadar devam ediyor.
Raf numarası hala PL 248 le başlıyor.
Kitaba gelince... Kapakları eskimiş, yırtılmış, koptu kopacak (eve gidip bantlamalı, iade ederken de görevliyi uyarmalı), yaprakları sararmış.
Sarı yapraklarda Ferit Edgü, okunmaz mı hiç?..

Kitabın giriş sözleri:
"Belli bir sürede
(bir karakış boyu)
belli bir noktada
(ülkemizin doğusunda
on üç haneli, yüz on dört nüfuslu
Pirkanis adlı dağ köyünde)
anmak, ansımak, anlamak, sormak
karşılık aramak
ve özellikle yaşamı sürdürebilmek için
yapılmış konuşmalardan seçmeler
ya da
bir monolog'un diyalog'a
dönüştürülmesi çaba(lama)sı"


Bu girişten sonra kimse'yle konuşmalar başlar. "Sus dersin susmaz" hissini anlatır Edgü. İşaretler koyarsın gönlünü okuyan yerlere:

  • "Düşünmüyorum, diyor İkinci Ses. Susuyorum. Düşünseydim konuşurdum."
Sayfaları çevirdikçe gönlünü okuyan resimleri fark ediyorsun. Başka kitapları geçtim, aynı kitabın başka baskılarında da bulunamayacak resimler! Hayal görmüyorsun, gerçekten varlar! Karakalem karalamaları... Kimse'nin sözlerinin ardından bu resimlere baktıkça anında paylaşıyorsun senden önce bu kitabı okuyup bu güzellikleri çizenin hislerini...

İfade etmesi zor, ama bu kitap 3 farklı insanı farklı bir boyutta bir araya getiriyor; yazar-eski okur-sen. Birbirini hiç görmemiş 3 insan birbirine selam gönderiyor demek oluyor bu. İnternetten önceki çağda hayat böyleydi işte!

Kitap karalanmazmış... Hadi canım sen de! Kitap karalandıkça paylaşılıyor, hayat güzelleşiyor demektir.

Hatta kafanı kurcalıyor masum meraklar: Kim bu resimleri yapan kişi? İTÜ'de miydi, yoksa kitabı buraya bağışlamış mıydı? Şimdi ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? .... Belki bi gün karşılaşıp Kimse'den bahsedersiniz belli mi olur... Hayat hayal ettiğin kadar heyecan vericidir.




8 Kasım 2010

KÖŞEDEKİNDEN YÜKSELEN ÇIĞLIK

Nasıl anlatmalı bilmiyorum ki..
Katlanamıyorum size, hiçbir-i-size.
yabancı olsanız "eyvallah" der geçerdim
ancak ve lakin ve fekat
yabancılıktan kurtulduğunuzda
anı yaşamak ne zor!
Misal: bir an varsanız bir an yok olun istiyorum
ancak lakin ve fekat.. ler hep peşimdeler
"cık"
mümkün değil

Halbuki nasıl desem?
kıçımın kenarısınız...
Biliyorsunuz işte şaşkın rolü yapmayın bana,
ben de sizin için kıç bezinden öte değilim.
Sıçarsınız silersiniz..
İstiyorum ki tuvalet kağıdı olalım
Eski bezi yıkayıp kullanmak .. nasıl desem.. pek sağlıklı değil gibi!


Aslan burcuyum ulen ben!
Acayip lider ruhluyum öyle böyle değil!
İstesem hepinizin ağzına sokarım kıç bezlerinizi,
Ama işte.. yoğum ben
Gidin başımdan

Ayaklarım bile uyuşmuş..
içmişim bi güzel
uzak yollardan gelmişim
rahatım..

defolun

6 Kasım 2010


13. İSTANBUL ULUSLARARASI 1001 BELGESEL FİLM FESTİVALİ

Afişten de anlaşıldığı gibi belgesel farklı olanı, görünmeyen yüzü göstermek içindir.

Devasa boyutlarda bi emek var ortada, yazmalıyım mutlaka.

Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen bu festivalde, 29Ekim-4Kasım arasında 24 farklı ülkeden toplam 68 belgesel gösterildi.

İstanbul'da, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi (2TLye iyi film izlenen yer), Goethe Enstitüsü (güzel filmler,söyleşiler düzenleyen yer), Muammer Karaca Tiyatrosu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi olmak üzere 4 salonda gerçekleşti.

Filmler "Gerçeğin aynasında yedi renk" sloganına göre sınıflandırılmış:
- Siyah: Dünyada yaşanmış ya da yaşanmakta olan savaş, zorbalık, toplumsal bunalım ve bunlara tanıklık eden, ezilen ya da direnen insanların öyküleri
- Kırmızı: Dünya düzeninde iş ve emeğin, işçi ve emekçinin halleri
- Turuncu: Yakın ya da uzak coğrafyalardan modern zaman öyküleri
- Sarı: Evden uzakta, göç hikayeleri
- Mavi: Olağanüstü insanların sıradan öykülerini, sıradan insanların olağanüstü öyküleri
- Mor: Sanat ve tutku
- Yeşil: Çevre konuları ve sürdürülebilir bir dünya

Ben sadece 9 film izledim. Hangi birini anlatayım ki.. Filmlerden ziyade duyulmasını istediklerim şunlar:

- Çoğu filmin ardından yönetmenle söyleşi yapıldı.
- Tarık Zafer Tunaya'da (diğer salonları bilmiyorum) izlediğim her filmde salon dolmuştu. Belgesel festivaline bu kadar ilgi olmasına şaşırarak sevindim. İnsanlar belgesele "açmış" meğer, benim gibi ne çok insan varmış meğer!=) İzleyicinin yüzündeki "başka yaşamları görme/öğrenme aşkı"nı görmek umut vericiydi. Ne umudu ? Yaşamın güzelleşmesi umudu...
- Tüm gösterimler ücretsizdi.
- Belgesel yarışması değildi, 13 sene önce "yarışma olmamasına yönelik" karar alınmış BSB yönetimi tarafından (saygım bir kat daha arttı).
- Etkinlik sponsorlarla yapıldı.
- Çalışanlar gönüllüydü ve 7 gün boyunca sabahtan akşama kadar konukları memnun etmeye çalıştılar. Buna rağmen acımasız eleştirilere maruz kaldılar (insanların kendini beğenmiş tavırlarla, gönüllü bir etkinlikte, bedavaya aşırı hizmet beklentisini anlamıyorum).
- Başka yerde bulunması çok zor ve çok değerli filmler gösterildi.

Kısacası bu DELİLER her türlü teşekkürü hak ediyor.








30 Ekim 2010

HABERLER
  • Son günlerde Küçük İskender'le acayip bi muhabbet edesim var neden bilmiyorum, o konuşsa ben dinlesem, o içse ben izlesem, o içse ben içsem...gibi. Bneden yana bi konuşma olmasın hiç. Lakin az önce şu yazısını okudum ve bi hayalleri bırakasım var neden bilmiyorum.=)
  • Fanzin okuyasım var bi de şu sıralar. Benim gibi sıradan insanların sıradan öykülerini çok önemliymiş gibi yayınlamaları arsızca bi sırıtış yayıyor suratıma. Evet o fotokopi dergilere para verip alıyorum. Evet zevk de alıyorum sansürden nasibini almamış küfürlü yazıları okurken. Hayat sokakta.
  • 1001 Belgesel...e gidiyorum. Ayrıntılı bi yazı yazmak lazım tüm belgesel filmler hakkında. Hepsi çok değerli, farklı yönlerden hepsi çok güzel.. Ama nerden başlasam bilemiyorum belki başka zaman.
  • Bu blog gereksiz yazılarla dolmaya başladı. Kendimi tutsam mı.. Uzunca yazmaya gücüm yok, illaki anlatasım da var. İşte ikilemim bu..

23 Ekim 2010

HABERLER

1) Film Çalışmaları, İlk Adımlar...

Film dünyasını merakla inceleyen bir çocuğum şu sıralar.
Gel benim not defterim ol, kafamı boşaltan.

- BOÜ Mithat Alam Film Merkezi'nde Sinema Atölyeleri'ne katılıyorum 3 haftadır.
Sırayla senaristlik, yapımcılık ve yönetmenlik üzerine konuşmacıların aklına geleni anlattığı samimi bir ortam, ders havasında değil. Salon epey kalabalık, yüzde kaçı sinema ve benzeri bir bölümün öğrencisi acaba... Birçoğunun benim gibi olduğunu düşünüyorum. (Tipten belli olur ya hani, sayısalcı, ama sayısala da yanlışlıkla kendini kaptırmış tipler... benim gibi işte...).

Konuşmacıların üçü de çok değerliydi gözümde, farklı çalışma biçimleri, farklı bakış açıları var muhtemelen - birkaç saatlik derste bunu anlamak zor- ama hepsine saygı duydum. "Şöyle yapmalısın böyle yapmalısın" demeden kendime bakmamı sağladılar. İşini severek yapmanın iç rahatlığını gördüm yine onlarda, kendimi düşündüm. İhtimalleri..

Ve fark ettim ki, -belki buna karar vermek için çok erken ama- benden yönetmen ya da yapımcı olmaz. İnsan ilişkilerinde sert, kararlı olmanı, bir fikrin yoksa da o an sonsuz giden kendine güven içinde cevap vermeni gerektiriyor yönetmenlik. Yapımcı da sevdiğim işin, film işinin, para bulma kısmıyla ilgilenmek zorunda. Bunlar beceremeyeceğim şeyler gibi... şimdilik..

Fekat belki senaristlik.. Kendimi biraz yontarsam, eğitirsem, işi gerçekten öğrenirsem, belki beceririm. Deneyeceğim.

Ama fark ettim ki , ben aslında belgesel çekmek istiyorum, kurgu hikayeleri değil, gerçekleri anlatmak benim asıl derdim. bir düzene sokmam lazım aklımdan geçenleri.

Ve izlemem gereken çok film olduğunu da fark ettim.

- Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde "Türkiye'de Belgesel Sinemanın Durumu" konulu söyleşiye gittim. Enis Rıza Sakızlı konuşmacılardandı. Belgesel Sinemacılar Birliği kurucularındanmış. Sevdim fikirlerini... Şimdi özetleyemem, toparlamak zor. Ama internet sitesini buldum: www.kameraarkasi.org Belki bir gün giderim yanına, yardımını isterim, şimdilik yardım istemek için bile çok erken, yüzüm yok, bilgilenmem gerek.

- Söylemeden geçmeyeyim, Belgesel Sinemacılar Birliği'nin düzenlediği 13. 1001 Belgesel Film Festivali de 29 Ekim - 4 Kasım arasında, İstanbul'da.

- Sonra Aralık'ta da documentarist'in "Hangi İnsan Hakları?" adında belgesel gösterimleri olacak. Tam tarihini bilmiyorum henüz.

2) Dergi
"Potansiyel" adında bir gençlik dergisinin kültür-sanat bölümüne girdim bir şekilde. Dosya konumuz İstanbul. Hayal-et Yapılar hakkında bir röportaj bile yaptık:) Yayınlanınca buraya da koyarım bir şeyler.

Farklı bir dünyaymış yazmak, okunası/sıkıcı olmayan konular bulmaya çalışırken magazin dergisi seviyesine düşmemeye dikkat etmek... Bunun için beyin fırtınası yapmak... Yaratıcılığının kısıtlanmadığı bir ortamda saatlerce çalışmak...hiç de yorucu değilmiş. Yorulmadan çalışmanın bir yolu da budur belki...?

3) Kitap: Evet, ilk kitabımı baskıya verdim... desem ne güzel olurdu değ mi:)
Şu sıralar Aragon'un "Anicet" romanını okuyorum. Başka bi yazıda uzun uzun anlatmam gerek. İlginç bir yazarmış , ilk kez okudum.. Daha ne çok okunacak kitap var, paniğine yuvarlandım yine...

Sonuç: Kısacası hayat güzel şu sıralar varolmayanülkem, varolanın değil de senin vatandaşınmışım gibi yaşıyorum ya, ondandır muhtemelen. Mesela bitirme yapmam gerek falan filan.... Onları anlatmaya gerek var mı? Bence yok=)







2 Ekim 2010


HUZURSUZ BİR FİLM

Siyah Beyaz filmini izledim. Boş bir film sayılabilirdi, izleyicinin bakış açısına göre: Her akşam barda toplanıp içen, yalnız, bi baltaya sap olmamaış (olamamış değil), evlenip çoluk çocuğa karışmamış insanlar. En "normal" olanı, doktoru karısı terk etmiş, bozulmuş.

Zengin ama belli ki çalışa çalışa zengin olmuş insanlar. Yani tam anlamıyla "baba parası yiyen" tuzukuru tiksintisi uyandırmıyorlar. Samimiyetleriyle bi şekilde sevdiriyorlar kendilerini. İşlerini iyi yapmalarıyla deseeem, değil, hiç alakası yok.

Çünkü mesela Ayten'in (Şevval Sam)ne iş yaptığını bile bilmiyoruz. Sadece soğuk bir iş kadını olduğunu biliyoruz. Yine de olmayan göbeğiyle savaşı sıcak geliyor, seviyoruz.

İhtiyar zaten ressam, ama ne kadar iyi bir ressam, bilmiyoruz. (Resim yaparken kendi kendine kavga etmesi bir ipucu olabilir belki).

Bar sahibi Faruk istisna. Belli ki işinde epey iyi, 25 yıldır Siyah Beyaz'ın sahibi.

Doktorun da iyi bir doktor olup olmadığından emin değiliz (Dr. House misali bir havası yok). Fakat iyi bir insan olduğunu anlıyoruz tanıdıklarına telefondan doktorluk yaptığını görünce, acıyarak sempati duyuyoruz.

Avukat Muzaffer artık çalışmıyor, emekli olmuş. Ancak benim gibi nostalji delisi iseniz emekliyken pikap tamiriyle uğraşan bir adamı -kişiliği nasıl olursa olsun- seversiniz.

Rıza zaten güleryüzlü barmen. 15 yıldır diğerleri muhabbet ederken hizmet eden kişi. Çevresinde dönen muhabbetlere kulak asmıyormuş gibi görünmeyi becermek işinin bi parçası.

Film boyunca bunların akşam sohbetlerini izliyoruz. Hayatlarındaki ufak tefek değişiklikler; ölümler, kalımlar, karşılaşmalarü kavuşmalar, ayrılmalar... Kadınların kilo vermek gibi gereksiz dertlerinin kaynaklarını düşünüyoruz.

Tüm karakterlerin yalnız olması rahatsız ediyor sadece. Mesela Faruk'un neden hayatında hiç kadın yok? Hadi diğerlerinden az çok aşk hikayeleri dinliyoruz da... Köpeğiyle yaşayan ve hayatını bara adamış bir adam. Karısı Paris'e gitmişmiş... Başka hiç fikrimiz yok. Paris'e gitmesi de şaka mıydı yoksa? İçe sıkıntı veriyor Taner Birsel'in karakteri, Faruk. Tüm o sıkıntıya rağmen mutlu mutlu rol yapıyor, anlayamıyorsunuz nasıl mutlu olabildiğini!

Ayten... Özgür, kendi parasını kazanan, yalnız yaşayan, kendine güveni tam olan bir kadın. Her erkek yetemez O'na, bakışlarından bile anlaşılıyor. Evli bir adamla yaşadığı, kendisini doyurmadığı gayet açık olan bir maceranın bitmesine nasıl üzüldüğünü görüyoruz. Güçlü olmak yetmiyor, dedirtiyor bize, hayatta başka şeyler de lazım.

Kısacası tüm karakterler kendini sevdirirken biraz da rahatsız ediyor. Tek huzur veren Rıza. Hatta O bile değil, başkaları muhabbetin doruklarında içerken, o nasıl hala güleryüzle hizmet edebiliyor! Mecburiyeten olduğunu sanmıyorum. Yalancıktan böyle güzel gülümseyebilir mi insan...?

Filmlerde çekilen acılarla aynı oranda şefkatle başı okşayan bir yüz görmeye alışmışım, hep onu arıyorum. Bu filmde de sığınacak bir kucak aradım ama yoktu. Paranın, maddi olanakların bolca bulunduğu, acıların çocuğunun olmadığı bir ortamda huzursuzluk... Çözümsüz huzursuzluk...Kurtarıcı yok. Ama hayattan nefret ettiren değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiren, bağrına bastırtan o yağmur kokulu güzel sıkıntı...

19 Eylül 2010

TATARLI TÜMÜLÜSÜ-İSTANBUL'DA BİR TARİH SERGİSİ

İstiklal Caddesi'nde Yapı Kredi-Vedat Nedim Tör Müzesi'nde bir sergi. "Tatarlı-Renklerin Dönüşü". Yine Avrupa 2o1o başkenti zımbırtısı etkinliği. Tarih sevenler için muhteşem, sevmeyenler için anlamsız olan bu sergi 26 Eylül'e kadar olduğu yerde duracak...

Afyon-Dinar yakınlarında M.Ö. 5. yy'da yapılmış Tatarlı tümülüsünde bir valinin mezarı bulunmaktaymış. O civarda Pers kralları ikamet etmekteymiş o zamanlar. Mezar odası yapay toprak yığını ile örtülerek tümülüs oluşturulmuş. Ahşap duvarlarının iç taraflarında valinin seferlerini ve cenaze tmrenini anlatan resimler varmış.





Yapı 1969 yılında tarih değil para seven insanlar tarafından yağmalanmış, boyalı resimli kısımların bir kısmı yurtdışına kaçırılmış. Geriye kalan resmsiz ahşap kalaslar sökülüp Afyon Arkeoloji Müzesi'ne teslim edilmiş. 6 yıl önce kaçırılan parçaların bir kısmı Münih'te bir müzede bulunmuş ve Afyon'daki tümülüse ait olduğu kanıtlanınca tümülüsün tüm parçalarının bulunup eski haline getirilebilmesi için Türkiye ile bi çalışma başlatılmış.

Müzede ise mezar odasının restore edilmiş hali bulunuyor ve oda duvarındaki resimlerin o dönem hakkında verdiği ipuçları ve restorasyon işleminin nasıl yapıldığı sergi halinde anlatılıyor.

Mezar odası sergiden sonra Afyonkarahisar'a götürülüp ziyarete açılacakmış. Serginin amacı olarak belirtilen şu cümleyi sevdim: "Bu sergi dikkatleri TR'de hala devam eden mezar yağmalarına ve yasadışı eski eser ticaretine çekmeyi (...) kaybolmuş tarihi bilgilerigeri kazanmayı hedeflemektedir." (Bu yüzden "renklerin dönüşü" ismi verilmiş.)İçimden geçenleri yazmışlar. Yavaş yavaş da olsa , geç de olsa, eksik de olsa tarihi yapıların kurtarılmaya çalışılması umut verici.

Sergide aklıma gelen tek eksik: Mezar odasının o zamanlar neden yapıldığını kısaca anlatan bi açıklama olabilirdi belki... Tahmin edilebilir bir neden belki, ancak tahmin ettiğim pek çok şey yanlış çıktı, güvenmem tahmine, bilimsel sözler lazım bana:)
Kaynak

En son Troçki'nin Rusya'dan Türkiye'ye sığındığında Büyükada'da kaldığı evinin harabe halinde olmasına, Karaköy'deki yok olan binalara deli olmuştum... Bunlar benim yalnız birkaç hafta içinde öğrendiklerim.. Kimbilir dünyanın nerelerinde ne tarihler yok ediliyor... Allanois antik kenti'nin akıbeti ne olacak bakalım..

Sevgiler sana varolmayanülkem..











17 Eylül 2010

ANA-POP FESTİVALİNDE BELGESEL...

İki akşamdır ANA-POP festivalinde belgesel izliyorum.Beyoğlu'nda Cezayir Sokağı'nın girişinde soldaki Cezayir Binası'nda. Konu önemli değildi benim için, maksat belgesel izlemekti sadece.

Dün akşamki:
Gökçe Kaan Demirkıran'ın yönettiği "Müzikte Bir Deney - Anadolu Rock" filmi. 90 dakikalık belgesel boyunca hiç mi sıkılmaz insan? sıkılmadım... çok iyiydi anlatım gerçekten. Üniversitede öğrenciyken, öğrenci arkdaşlarıyla çekmiş filmi ve İst. Üni'nin teknik ekipmanlarını kullanmış. Tabi bunu duyunca bende bi kıpırdanma...Çok da uzak bi hayal değil be Hüs!

Bu akşamki:
Didem Pekün'ün ve Barış Doğrusöz'ün yönettikleri "Tülay German: Kor ve Ateş Yılları" filmi. 50 dakikalıktı ancak DVD de sorun olduğu için epey bekledik. Seyirci hiç "ee ne beklicem be" deyip çıkmadı. [İşte AFM lerden farkı burada! Herhangi bi filmi değil "o filmi" izlemek için geliyor seyirci ve ufak tefek eksiklikleri, yanlışlıkları, elde olmayan hataları, maddi yetersizlikleri, gözden kaçanları hoş görüyor... İşte gerçek "alan memnun satan memnun" ilişkisi (gösterimler ücretsizdi-manevi alışverişden bahsediyorum) burada. İşte biraz dabu festivaller sayesinde İstanbul'u seviyorum. İşte bu yüzden festivali bol olmayan şehirler için üzülüyorum ve olması için çaba göstermek gerek diye düşünüyorum...] Beklediğimize değdi, çok güzeldi. Tülay German'ı çok dinlememiştim, dinlemek istiyorum artık.

Bu filmlerde şuna dikkat ettim: Belgesel çekmek kişisel bir iş olduğundan insanüstü çaba gerektiriyor. Bunun için mutlaka bazı noktalar eksik kalıyor. Yeterli kaynak bulunamıyor, maddi yetersizlik oluyor, az kişi ilgilendiği için bazı eksikler gözden kaçabiliyor... Sonunda yönetmenle yapılan söyleşide, seyircinin zaten konuyla ilgisi olduğu için, soracak sorusu çok oluyor. Bu kötü mü, elbette değil. Gözlerm sadece...

Çocuğum işte yahu, her gördüğüm değişikliği eteğinizden çekiştirip parmak ucumla göstermeye çalışıyorum:)

Bu arada yarın etkinliğin son günü.. Çok uğraşılmış belli, güzel bi organizasyon olmuş, belli. İnsanların nasıl koşturduğunu gördükçe zaten katılmayacaksan da yolundan dönüp katılasın geliyor... Azıcık enerjim olsa yarınki konsere de gitmek isterdim. Emektar Türk sanatçıları çıkacakmış, çok incelemedim.. ama böyle bi sakin sakin evde oturasım var yarın... isteyene ahanda bilgisi:
http://www.anapop.org/

bu sene gidemeyen bi sonrakisine gitsin. Hakkaten güzel, atölyeler, söyleşiler falan var...

Sevgiler sana varolmayanülkem..



8 Eylül 2010


Müzeler kapalıysa İstanbul'da ne yapılır??

İstanbul'da son zamanlarda ancak müze takntısıyla gezebildiğimi geçtiğimiz Arife günü fark ettim. Müzeler sadece yarım gün açıktı ancak ben bütün gün gezmek istiyordum. Evden çıkabilmek için uzun uzun düşünmem gerekti. Nerde o plansız programsız çıkıp rastgele sokaklarda dolaşıp insanlarla muhabbet edip zevkten dört köşe olmuş halde yatağına dönen hüs? Yaşlandım mı olgunlaştım mı koşturmacaya mı kapıldım... zor bulduğum boş vakitlerimi olabildiğince verimli harcamak çabasındayım. hiç keyifli değil, farkındayım.

neyse... Avrupa 2010 başkent zımbırtısı var ya, hemen onun sitesinden bugün ne varmış diye baktım. Sanat Limanı'ndaki sergiye gittim, "Yunanistan'da mimari paralellikler: 19. yüzyıl geleneğinden 21. yüzyıl değişikliğine". Fotoğraflardan oluşan bir sergi. Özetle: eski (yaklaşık 100 yıl önceki) fotoğraflarla (Fotoğrafçı: Aristotelis Zahos)günümüz fotoğrafları sergilenerek Yunanistan'daki tarihi yapıların yok edilişleri vurgulanıyor. Türkiye ile Yunanistan'ın insanlarının bu saçma özellik yüzünden de akraba sayılabileceğini görüyorsunuz. Akdeniz insanı mı hep böyle sorumsuz olur geçmişine karşı? Başka medeniyet insanlarının geleneklerine saygısızlık, müslümanlarda kiliseleri camileştirilerek gösterilirken, Yunanistan'da da camilerin kiliseleştirilmesiyle görülüyor. Bu da ne kadar benzediğimizin bir göstergesi sayılabilir mi acaba? Ve işte insanlık hakkında hala ümitli olmamı sağlayacak ya da tüm ümitlerimi yok edecek soru: Sırf geçmiş medeniyetlere saygı duyduğundan yaratılan sanatsal güzelliklere dokunmayan bir medeniyet var mı şu an dünya üzerinde? Varsa gidip görmek istiyorum, yoksa... Neden uğraşayım bu dünyanın daha iyiye gitmesi için?

O değil de Yunanistan da gezilecek yer... Türkiye'de gezmediğim tarihi mekan kalmamalı diyordum kendime, komşuları da katmalıymışım listeye.. Çok benziyoruz kültürel olarak. Amacım ne? Sanırım aslında tek amacım kendimi tanımak. Gezdikçe mi tanır insan kendini? O da yöntemlerden biri..

Arife Günü'nden diğer notlar:

- "Despot evi" nedir, öğrenmem lazım
- Karaköy'de ne çok eski bina varmış, çatısında ot bitmiş, yıkılmak üzere gibi (resimde)...
- Eminönü-Haliç vapur seferleri güzelmiş.
- Hasköy'de gezmek lazımmış.
- Eminönü'nden Emirgan'a vapur varmış.
- Turşu suyuna rakip içecek olsa olsa şalgam suyu olurmuş.
- Erkek olmak gezmeyi de daha kolay kılarmış.

6 Eylül 2010

BİR DÜŞ DOĞDU, HAYIR OLSUN

Hikayelerim var, onları anlatmanın farklı bi yolu geldi aklıma: Belgesel çekmek. film değil, belgesel.

hani mesela bi lunapark çalışanının hikayesi var ya anlatmamı bekleyen, ya da pişmaniye satıcısı, ya da sahaflardaki uzun sakallı adam...Bekliyorlar beni. ben gitmezsem kim dinleyecek onları? Kim ölümsüzleştirecek soluklarını?Gizli kahramanlar olarak sonsuza kadar yaşamayı nasıl başaracaklar?

dünün bugünün ve yarının bana ihtiyacı var. herkese olduğu kadar. ben olmazsam olmaz. varsam da yol olmamalıyım. yöntem aradım şimdiye kadar. daha cesurca denemeliyim artık belki.

Bu gece KOSMOS dedi ki: Herkesin başına aynı şey geliyor. inanmıyorum O'na. beni inandırana kadar herkesin başına ne geldiğini öğrenmeye devam...inandıramazsa da bi kayıp olmaz hiç değilse..

3 Eylül 2010

HAYDARPAŞA-ESKİŞEHİR TREN GÜZERGAHI NOTLARI:

Yola çıkmak benim için ruh arındırma yöntemi. Bu yöntemde bilgisayarın/internetin yeri yok. Ah bi de o hayal var tabi: Sırt çantam ve ben avare avare gezmelerimiz! İki üç parça kıyafet ve kimlik ve ekmek şarap sen ve ben tadında gezmelerim... O güneşin nerde doğup nerde batacağı bilinmeyenlerinden. Nerede bekliyorsunuz beni bulutlar?

Sırt çantam, tiril tiril kıyafetlerim ve ben.
Bizi anlata anlata bitiremem.
Nasıl bi dört köşe keyif!
Girme aramıza fani dünya, girme işte!
Bırak aşıklar kavuşsun birbirine aa...

- Ufacık bir köprücük; belli ki su akarmış altından eskiden.
Kocaman bir köprü ayağı, belli ki yol geçecek üstünden.

- Yol kenarında tarlalar. Tarla görmeyeli - İstanbul'dan çıkmayalı- epey olmuş

- "Evet efendim Bozüyük'e geliyoruz...Bozüyük!"
"Boşlar kalmasın efendim, çööööp..."
TCDD çalışanlarının her cümlesinin sonunda "efendim" var. Çok meraklı değilim "efendi" olmaya ama, o 40 yaş üstü byıklı amcalardan ve onlarla aynı üniformalar içindeki gençlerden bu sözcüğü duymak, üstelik tren yolunda duymak eski-özlenen zamanlarda yaşıyormuşum gibi.. gibi gibi..

- Trende derinden gelen her korna sesinde rayların üstünde -olmaması gereken- bi canlıya çarpacakmışız gibi korku doluyor içim... Redkit usulü filmler.. sizin eserinizim. Saygılar...

- Bozüyük'teki apartman dairelerinde yaşayacak kadar çok insan var mı bu ilçede? Bilecik babasından büyük mü Bozüyük Efendi?


- Arifiye yakınlarındaki köyler güzel. Tren yolu kenarında tarla, yanında ev. Az ileride Sakarya.

- Boyum kadar olmuş mısır tarlaları. sararmış yaprakları. Anneannemle gidip toplardık. Yapraklarını ayırırdım eve gelince. Püskülleriyle oynardım. Ne zaman bıraktım oynamayı?

- Gar çalışanlarının lojmanları. hiç bi eve bu kadar özenmemiştim huzur için. derdim ki insan bulunduğu yere huzuru kendi getirir. ama bu evler öyle değil. her geçişimde trenden inip sonsuz süre orada kalasım geliyor. hele biri var ki, bahçesinde hamağıyla.... sanki o hamağa uzansam bütün dertler geçen trenle uzaklaşacakmış gibi.

-önümdeki koltuklarda sessiz, kendisinden başka kimsenin anlayamayacağı tonda bi şeyler söyledi adam ( orta yaşlı tür aile babası tipi-kareli gömlekli, göbekli, bıyıklı)."efendim?" diye seslenen karısının yüzüne bakmadan bi tafrayla yürüyüp gitmesinin sebebi ne olabilir? evlilik mesela?...

- simitçi binse de tuzlu tuzlu simit yesem İzmit simidi...

- kullanılmayan bi tren var Arifiye Garı'nda. penceresinde su şişesi var, perdeleri dağınıl... ne yapılır bu kullanılmayan trenler? nereye giderler?

- o huzurlu evlerden biri; bahçesinde oyuncak at var.

- 500ml lik pet şişeye evde kaynatılmış vişne suyu koyan bir "anne" oturuyor önümdeki koltukta. Anne olmanın gereği midir bu tutumluluk?anne..

- Sapanca'nın zengin görünümlü yerlerine selam olsun. Sadece emeklilik sonrası için mi uygunsunuz siz, yoksa şimdi de gelsem kabul eder misiniz?

- İzmit'e geldiğimiz nerden belli? çirkin, tektip binaların yükselmesinden... Üzgünüm İzmit, sevmiyorum seni.

- "bütün gün trenlerde pişmaniye satmak" diye bi meslek var, farkında mıyız??

- tren yolundaki raylar nasıl sabitlenir?

- toyota fabrikasının yanında araba hurdacısı... çok manidar. şehir içinde mezarlık olması gibi.

- "marka" kavramını neden sevmediğimi buldum: aynı firmanın her yerde aynı yazı tipiyle bulunması, gittiğim yerlerdeki yenilikleri keşfetme zevkimi engelliyor. dünyanın neresinde mc donalds yoktur mesela? oraya gitmeyi denemem gerek. Küba?

yollar, en kısa zamanda görüşmek üzere...

21 Ağustos 2010



İSTANBUL'DA MÜZE MÜZE MÜZE MÜZE....

Şikayetim var!
Hem de müzelerden!
Evet, ben bir müze delisiyim, yine de, hatta ne yine de'si tam da bu yüzden şikayetçiyim!

Hayatında ilk kez haftanın 5 günü işe giden ve haftasonlarının kıymetini yeni yeni anlayan biri olarak, bi taraflarımda da kurt olduğundan, evde duramıyorum tatil günü. Bugünü de müze günü ilan ettim kendime sabahın 8inde, yataktan çıkmadan...

Hemen müze dostuma da haber verdim. O gelmese de gidecektim ama O'nunla gitmek de ayrı güzel oluyordu. (Fazla para harcamıyoruz bi kere, bütün günü 1/2/3 simit yiyerek geçirebiliyoruz! Kahvemizi O'nun ufak iki bardaklık termosunda taşıyoruz... Yere herhangi bir yere oturabiliyor, yürümeyi seviyor. Girmekten korkacağı bi sokak yok... Kısacası benden çılgın! Eğlenceli olmaması mümkün mü!)

Hemen bi program yaptık ve çıktık.

İlk durağımız Çemberlitaş- Basın Müzesi.
Müzeye girdik (kapısında giriş/çıkış saatlerinin yazmaması ilginçti). Güzel bir görünümü var müzenin. Eski bina zaten, 1800 sonlarından kalma (sanırım). Girişte geniş bi boşluk var, yerler taş (sanırım mermer ya da beyaz taş-tam hatırlamıyorum). Sağda bi hediye dükkanı, az ilersinde tanıtım panosu (gazetelerde çıkan haberler, nisan ayından kalma Osmanlıca kurs ilanları vs), bi tane müze müdavimi sevimli beyaz bi köpek... ve başlıyor gezilesi makineler. ama... gel gör ki...

Makineleri bilmeyen (yani ben) bi şey anlamaz. Çalışıp mı gitmeliydim? Ne kadar çalışılabilir ki, makinenin neresinden ne yapılır, ne işe yarar, hangi zamanda kullanılmış... Ne kadarını bilebilirim ki kendi araştırmamla? Ki zaten müzenin görevi bunları bana özetleyip, merak etmemi sonra da araştırmamı sağlamak değil midir? (Arkeoloji Müzesi'ni gördükten sonra Yunan uygarlığını inceleme aşkı doğmuştu içimde, misal)
Bunların hiçbirini yapmadı Basın Müzesi! Taşbaskı makinesi var mesela, kocaman kocaman taşlar var, ama nasıl kullanılır bunlar, ne işe yarar? Bunu araştırasım geldi, aklımda kalan tek şey bu.
Arkada yanda bi oda vardı, girelim dedik, karanlıktı, herhalde dedim ışığı biz yaksak olur, düğmeye basınca o zamana kadar yüzümüze bakmayan güvenlik seslendi: "Hanımefendi ışıkları yakmıyoruz yalnız yasak, zaten giriş de yasaktı da siz şöyle bi bakın diye bi şey demedim"... E be adam... Neyse daha ne anlatayım....? Ziyaretçiye düzgünce bilgi verilmezse, giriş çıkış saatlerini halk bilmezse, neden kapalı olduğuna dair düzgün bi açıklama yapılmazsa tabi ki o müze adam gibi ziyaret edilmez!

Gelelim sıradakine.
Sultanahmet'te Cumhuriyet Eğitim Müzesi varmış, istanbul.net.tr den öğrendim. cumhuriyet döneminden kalma eğitim araç gereçleri varmış. Sora sora bulduk, çok zorlanmadık (Sultanahmet Cami'nin yanındaki Türk İslam Eserleri Müzesi'nin önünden geçip karşıdaki sokağa girip dosdoğru devam edince yolun sonundaki lise). Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi'ndeymiş müze. Girişte niye geldiniz diye dövecekmiş gibi bakan amcaya müzeye geldiğimizi söyledik. Cevap: "Pazartesi akşam 5e kadar açık"... Haftaiçi mesai saati içinde müzenin açık olması nasıl bi zihniyetin ürünü acaba? Hayır müze çok dandik de kimse görmesin mi istiyorlar acaba? E o zaman açma müzeyi?? Neden ya neden???

İstanbul'daki bütün ufak tefek müzeleri gezip eksikliklerini bi şekilde tespit edeceğim. Neden? İçim rahat etsin diye..

Bugünki güzelliklerden de bahsetmeliyim tabi: Sirkeci Garı'ndaki müzecik. Trende kullanılan eski aletler, resimler, tren rayı parçası, eski oyuncak trenler... Çok çok güzeldi. Tren yolu severler için özellikle.. İnsanın binip hemen bi yerlere kaçıveresi geliyor tabi. Sonra hemen "fazla para harcamadan nerelere gidebiliriz?" araştırması yapılıyor TCDD fiyat listelerinde. Seviyorum seni hayal dünyası!

Sonra... Yaklaşık 2 yıl önce de gittiğim İş Bankası Müzesi. Eminönü'nde. Şu sınırlı gezi geçmişimde gördüğüm en iyi müze. 3 katlı ve çok iyi tasarlanmış. İş Bankası'nın tarihiyle birlikte Cumhuriyet tarihi de film şeridi oluyor, bazen gerçekten film oluyor.... Şimdi düşündüm de, lisede tarih öğretmenleri öğrencilerini gezdirebilir. Çok faydalı olur kanımca. Banka kasası bile var, hani o filmlerdeki kocaman şifreli kapıları olanlarından... Para var huzur var lafı bi lkez daha çınlıyor kulaklarda... Basın Müzesi bi vakfa bağlı. Ama Edebiyat Müzesi de aynı vakfa bağlıydı da, nasıl sevmiştim... Ya neden ya...?

İstanbul'da gezecek son müze kalana kadar yılmayacağım! Bekle beni İstanbul...

Sıradakiler:
- Bakırköy Akıl ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Müzesi
- Hilmi Nakipoğlu Fotoğraf Makineleri müzesi -Bakırköy
- KArikatür ve Mizah Müzesi - Fatih
- Kont .... İtfaiye Müzesi - Fatih
- Orhan Kemal Müzesi - Cihangir
- Özel Türvak Sinema- TV Müzesi - Kavacık
- Özel Türvak Tiyatro Müzesi - Beykoz
- PTT Müzesi - Eminönü
- Sait Faik A. Müzesi - Burgazada
- Oyuncak Müzesi - Erenköy(?)
- Adalar Müzesi - Büyükada

Burdan sonrası büyükler
- Rahmi Koç Müzesi
- Topkapı Sarayı
- Fethiye Müzesi

Şimdilik aklıma gelenler bunlar.

15 Ağustos 2010

RAMAZAN ŞENLİĞİ'NDEN İNSAN MANZARALARI

Selam sana var olmayan ülkem!

Dün başka bir ülkedeydim, onu anlatacağım sana şimdi:

Malum Ramazan günleri ve mekan: Sarıyer Belediyesi'nin İstinye'deki Ramazan şenliği.

Şenlik alanına girişte hafiften br araç kalabalığı. Giriş kapısının iki yanında CHP çalışanları "referanduma hayır" diyen el ilanları dağıtıyor "memleketimiz için hayırlısı olsun efendim" diyerek. ("Hayırlısı olsun" diyen CHP liler görmek neden bana garip geliyor?Önyargı ve ikiyüz paranoyaklığından). Dalga geçen gülüşümle "amin" diyerek alıyorum ilanı, asla yere atmam, daha sonra incelemek üzere çantama atıyorum. Şimdi siyasetle kirlenme zamanı değil, şenlik alanındayım!

Gözlemleyen bir ben ve kitap ahalisiyle yeni tanıştığımız günlerde okuduğum ama gerçeğini hiç görmediğim "panayır" alanı. Lunapark, çocuklar, anne babalar, kur yapmaya gelmiş gençler, acele para kazanma derdinde olan lunapark çalışanları, satıcılar...

Dönme dolaplar (dönme'si anlaşılabilir de neden "dolap" denmiş acaba?), gondollar, balerinler, çarpışan otolar, atlı karıncalar, trencikler... Sigaraya halka fırlatmacalar, at yarışçıkları, balon vurmacalar... İncik boncuk kıyafet satanlar ve tabi yiyecek satanlar...

Tüm bu "gençlik" tantanasının biraz ilersinde konser alanı, "yetişkinlere" yönelik konserler...

Ama ben buraya çocukluğumu kuyruğundan tekrar yakalamaya gelmişim, ne işim olur yetişkinlikle...Diyorum ki bi şeye binmeliyim, cumartesi akşamı evde oturup TV izleyenden bi farkım olmalı.... Ama neye binebilirim? En son geçen sene gondola bindiğimde zamanın hızlı geçmesini, bi an önce inmeyi istemiştim... Ağzımı açıp çığlık bile atamamıştım ki, attıkça rahatlanıyormuş... Benden geçmiş böyle şeyler, cümlesini kurmuştum hemen, insan bu ve benzeri cümlelerle yaşlanmasını hızlandırıyor ya, neyse.

Çarpışan arabalarsa oldum olası saçma gelir, daracık alanda araba sürermiş gibi yapıp çarpışınca sevinmek... Deli saçması.. (delilere saygım sonsuz ama, bu yapmacık bi deli saçması gibi geliyor napayım!)

Trenciklere falan sığamam bu bedenle ki çok yavaşlar...

Gözüm yükseklere çıkıyor birden...Dönme dolap!! Hem yavaş, hem yüksekte (istinyeden manzara güzel)! Daha ne olsun...

Bu arada yalnız değilim, ablam yanımda ama bu işi yalnız yapmak da ayrı bi zevkli olurdu, diyorum içimden...

Hemen jeton almaya koşuyoruz. Tüm lunapark oyuncakları için tek bir gişe açmışlar. İnsanlar bi oyuncağa binmeye karar verince heyecanlanıyorlar tabi (benim gibi), sıra falan hak getire, hurraaa jeton almalıyız... Kimse önüne geçene kızmıyor, ona kızmaya bile vakti yok çünkü. Bense hem sıraya giriyorum (kafamda bi sıra oluşturmuşum, benden önce ve sonra gelenler diye), hem de önüme geçene kızmıyorum. Belgeseldeyim çünkü şu an, başrolde onlar var, izleyiciyim ben.

Ama yanımda ablam izleyici olduğunu düşünmüyor tabi, sinirleniyor, "bizim halkımız böyle işte!" diye cıkcıklıyor... boşver, bile demiyorum, izleyiciyim ben, O'nu da izliyorum.

Dönmedolaba doğru ilerliyoruz. İnsanlar dipdibe, sıyrılarak geçiyoruz aralarından. Herkes birbirine şikayet ediyor kalabalıktan.

Vee biniyoruz dolaba. Yavaş yavaş yükseliyoruz, sonra alçalıyoruz. bi an arkamızda olan, sonra önümüze düşüyor... Bizden sonraki beşikte 3 oğlan çocuğu var, ilkokul çağında. Önceki beşikte ise anne kız var. Anne 30 yaşlarında, kızı ilkokul çağında. Gözlerini açamıyor anne, "tut beni" diye kızına yalvarıyor... dönme dolaptayız, hatırlatayım. Bi an belgeselimin içine giriyorum, bu yaşta gondola binemeyen o yaşta da dönme dolaba binemez! Korkuyorum, daha çok adrenaline ihtiyacım var, diyorum...

Tahmin ettiğimizden uzun sürüyor dolap yolculuğumuz, yere yaklaşırken ineceğimizi sanıyoruz, sonra tekrar yükselince seviniyoruz. Bu yüzden mutlu oluyoruz! İşte cumartesi akşamı evde TV karşısında oturup izleyecek bi şey bulamamaktan şikayet edenlerden bir farkım oldu!!

Bir sonraki lunapark akşamımda pamuk şeker yiyeceğim...

İnerken fark ediyorum ki, lunapark çalışanlarının hayatları da bi belgesele değer. Ne öyküleri vardır kim bilir...

Bir tur daha lunaparkta...ve yetişkinlerin konser alanı.

Bir Karadeniz kızı coşturmaya çalışıyor dinleyenleri. Bir köşede 5 kişilik bir grup horon tepiyor. Ama o nasıl bir tepiş! İşte diyorum adrenalinin bir damlası da burada (aslında arayana her yerde)... Biri kadın dördü erkek. 20 küsür yaşlarındalar. Güçlü vücutlar. Hep kadına gidiyor gözlerim. Nasıl da güçlü... Erkeklerin güçlü olması fark mı, değil. Bir kadının"güçlü" olması ne demektir ? Fiziksel güç değil bahsettiğim, duruştaki güç, bakışlardaki umursamazlık, kendine güven...

İşte hayata artı katan insan!

Nasıl bir hayatı var kimbilir, annesi de güçlü bir Karadeniz kadını mıydı? Nasıl başardı erkeklerin arasında kollarını kendi istediği yöne götürmeyi?

Onları izleyenlere bakıyorum, dişi cinsinin hepsi kadını izliyor. Bu kadının yerinde kendi kızının olmasını istemeyecek bir anne bu kadına hayranlıkla bakıyor. Selam sana var olan ülkem!

Bakıyorum, o annelerden ne kadar çok var konser alanında... Yanlarında tasma taktıkları kızları isyan dolu bakışlar fırlatıyorlar. İplerinin yettiği kadarıyla arkadaşlarının yanına gidiyorlar. Kimbilir ne yasaklardan bahsedip vicdan azabıyla dolu şuh kahkahalar atıyorlar.

Aileler var, bir çemberin dışına çıkamama hissi veren.

Aileler var, baba kız göbek attıkları için huzur bulduğum.

Bakışlar ne kadar geveze, anlatıp duruyorlar hikayelerini!

Fuat Saka çıkıyor sahneye. Garip cümleler kuruyor. "500 sene önceki baskı toplumu" diyor bi ara , "ne olur şarkı türkü söylemek de ramazan eğlencelerinden biri olsa!" diyor (kafada soru işareti, zaten öyle değil mi işte..laf soktu ama kime?)... Güzel şeyler demek isteyen, kafaları kurcalayan bir sanatçı. Sanatçı işte, normal bi laf mı bekliyordum ki, deli ne de olsa!

Sonuna kadar kalamıyorum konserin. Ayaktayım, yoruldum, eve dönmek uyumak isteği... bi de horon tepmeyince Karadeniz müzikleri bir yere kadar çekiliyor, üzgünüm...

Kısacası var olan ülkemde durum böyle sevgili Varolmayanülke'm...

Yeni belgesellerde görüşmek üzere...

7 Ağustos 2010

FİLM: GÖZLERİNDEKİ SIR

Filmler olmadan yaşamanın anlamı yok. Yeşilçam Sineması'na gittim, bi kez daha anladım.

"Gözlerindeki Sır"ı izledim geçen hafta.

Film hakkında hiç bilgim yoktu. Küçük sinemalarda hangi filmler gösteriliyormuş, diye merak ettiğimden hep bakarım ilanlarına, fırsat buldukça da giderim. Büyüklere de mümkünse hiç gitmem. Bir kere filmleri daha güzel, özenle seçilmiş, "farklı" filmler. Evet, kavgalı dövüşlü kahramanlı düşmanlı öcülü böcülü Hollywood filmlerini sevmeyen 3-5 kişi de yaşıyor hala!

Buraya da sırf Yeşilçam'a gitmiş olmak için gittim. Zaten kapısından bi girdim, çıkmam imkansızdı! Duvarlarda, kapılarda, tuvaletlerde, masalarda, sandalyelerde, dolaplarda, kitaplıklarda, büfede...Her yerinde bi "özgünlük" var. Neden? Tüm dekor üşenilmemiş tek tek tasarlanmış. Oraya buraya emektarların resimleri, yazılar koyulmuş... Misal; kadınlar tuvaletinin girişinde Frida var... yerim ben onu! Ayrıca bilet almaya gidiyorsunuz, "param yok" deseniz " bu seferlik de bizden olsun" diyecek yüzler var karşınızda! Nasıl mı anladım? Anlaşılmaz mı.. Gözlerdeki sır her şeyi anlatıyor. Ayrıca makinist odasının etrafı cam, yani o devasa makineyi görebilmek... Küçükken hep hayal ederdim ya hani, onlardan..

Yeşilçam'ın takipçisiyim bundan gayrı...

Gözlerindeki Sır'a gelince...

- 2009 İspanya yapımı. Tecavüz ve adalet hikayesi. Sıkıcı gibi geliyor di mi? Tecavüz en çok etkileyen bunaltan afakanlara gark eden konulardandır benim için. Ama bu öyle değil.

- Tecavüz ve adalet hikayesinden doğan bi aşk hikayesi var temelde. Kağıtlarla dolu masalar, suçsuz olup içeri atılanlar, suçlu olup içeri atılmayanlar, adaletsizliğin bininin bi para olduğu acımasız adalet dünyası, . Tüm bunların arasında, erkeklerin kavga dolu dünyasında bir güzel kadın. Kadın adalet dolu. Oradaki adalet dolu tek erkekle gözleri buluşur ve imkansızlıkları başlar.

Bir ömür geçer ayrı dünyalarda.
Bir ömür geçer bir adaletsiz tecavüz davasının peşinde.
Unutulmaz sahnelerle dolu bir film. Hangi birini anlatayım? Hiçbirini. İzlemek lazım sadece, hiç konuşmadan.

- Bir İspanyol kadınına aşık oldum: Soledad Villamil

- En iyi yabancı film dalında Oscar ödüllü. Çok önemli olduğundan değil ama haber etmem lazımdı.
---------


4 Ağustos 2010

O'nu kaybetmeyi emin ol hiç istemezdim.
O hayalci kız hep omzunmda yük kalsaydı keşke.
nasıl öldürdüm... kimlerle işbirliği yaptım...
destekçilerine nasıl yüz çevirdim...
Şimdi..yüzünü bile unuttum!
Sözleri yok hiçbi cümlemde!
bulutlarına üfledim, dağıldılar.
çiçeklerini koparmadım bile, ezdim geçtim.
Sulamamı söyleyenler de olmuştu, dinlemedim...

HAYALCİ KIZI BEN ÖLDÜRDÜM!
KATİLİM BEN!
Başkalarını suçladım hep ama ben sıktım kafasına tek kurşunu

Şimdi suni solunum tabi ki işe yaramıyor...

O kadar unuttum ki,
yaşadı mı gerçekten, var mıydı, bilemiyorum...
Hayalleri dilden dile dolaşır şimdi,
O'nsuz bi önemi varmış gibi...

Temmuz '10

13 Temmuz 2010

İKİ YOL (Benden tüm kafası karışıklara gelsin:)

İki ayrı dünya var. Hangisini tercih edersen…

Birinde erken kalkmak mecburen, işe gitmek mecburen , mecburen mecburen, mecburiyetten….


İkincisinde bu komik sözleri söyleyip dalga geçmek mecburen.


Birinde patronun olacak ne derse yapacaksın yapmazsan kovulacaksın, ama düzenli paran olacak, istediğin gibi harcayacaksın.


Diğerinde patronun olmayacak, yardımlaşmak esas olacak, hayallerini üretip insanlara sunacaksın, aç da kalacaksın, dileneceksin de, bol paran da olacak, saçacaksın da.


Birinde hep yıllar sonra ereceğin mutluluğun hayalini kuracaksın.


Diğerinde anı yaşayacaksın, asla ev almayacaksın mesela, bi evde yaşayacaksın işte.


Birinde karizman olacak halkın gözünde, saygı duyacak herkes, bakkal, manav, şoför, polis…


Diğerinde sokak serserisi olacak, aşağılanacak, hayatı ciddiye almamakla suçlanacaksın.


Birinde yaşayacaksın işte, nesiller boyu yapıldığı gibi…


Diğerinde YAŞA-yacaksın, bir romandaki baş kahraman gibi…

28 Haziran 2010


ADET DÖNGÜSÜ SİZCE NEDİR?


İÇİMİZDEKİ AY-MOON INSIDE YOU: Kadınların yaşadığı adet döngüsü hakkında 74 dakikalık bir kadın-erkek-çocuk-toplum psikolojisi incelemesi. Slovakya yapımı filmde, 30 yaşına yakın bir kadın merak etmiş, “Neden ben acı çekiyorum? Bunun bir çözümü yok mu? Acı çektiğimi de gizlemem gerekiyor ya, neden?” Acıya isyanla başlayan harekette sorular soruları kovalamış, çok ilginç, mantıklı, komik animasyonlarla renklendirilmiş hiç görmediğim kıvamda eğlenceli bir belgesel çıkmış ortaya.

Bir jinekoloğun –kendisinin tabiriyle- orta çağdan kalma işkence masasına uzanan anlatıcımız sayesinde, farklı bir bakış açısını izleyeceğimizi daha baştan anlıyorsunuz.

Sokaktaki insanların “adet döngüsü” hakkında konuşmak istememelerinin aslında ne kadar ilginç olduğunu fark ediyorsunuz. Sanki bu bir ayıpmış, kadınların pis olmasından kaynaklanan bir utançmış gibi…

İlk kez adet gören bir Slovakyalı kızın bir Türk kızından ne kadar farklı olduğunu da görüyorsunuz. Daha olayı yaşamadan, okulda erkek arkadaşlarıyla birlikte adet döngüsü hakkında ders alıyorlar ve mantıklı bilgileri arkadaşlar arasında gizli saklı dedikoduyla değil, doğrudan öğretmenden alıyorlar. Anlatıcımızın çocukluğunda böyle değilmiş, orda da yeni yeni düzeliyormuş durum.

Adet sancısını erkeklerin gözünden görüyorsunuz. Anlayamıyorlar, bir ağrı en fazla ne kadar bela olabilir ki insanın başına, dercesine bakıyorlar. Yapacak bi şeyleri olmadığından adet dönemlerinde sevgililerinden uzak durmaya çalışıyorlar.

Filmde ayrıca sancıyı azaltmak için ilginç yöntemler de görüyorsunuz. Ne kadar işe yaradığı bilinmez ama, bir dansçı göbek dansını öneriyor, bir jinekolog ise mastürbasyonu. Bunlar ağrı kesicilere -vücudu kandırdıkları için- karşı olanların fikirleri. Bu yöntemler aslında vücudunu sevmek, anlamak ve barış içinde olmak felsefesine dayanıyor.

Bir diğer ilginç görüş de, adet döngüsünün doğaya uygun bir durum olmadığı ve hormon düzenleyiciler sayesinde adet olmaktan tamamen kurtulmak üzerine… Bunun da karşısında çok fazla görüş var; insanı robotlaştırdığı, insanlık var olduğundan beri gerçekleşen bu olayın “normal” olmadığını söylemenin saçma olduğuna dair…

Filmde adet döngüsünün tarihi nasıl etkilediğini de bir tarihçinin gözünden görebiliyorsunuz.


İnsanoğlunun hin kafası burada da devreye giriyor. Bir dönemde kadınların adet döneminde işini iyi yapamadığını, bir dönemde ise iyi yaptığını iddia edip, bu iddiaları propaganda aracı olarak kullanmış bu uyanıklar…

Bu kadar basit bir biyolojik olayın hiçbir filmde/kitapta yer almamasını fark edip şaşırıyorsunuz…

Hormonal dengesizliklerin ruhsal dengesizliklere sebep oluşunun yalnızca kadınlarda değil, erkeklerde de görüldüğünü hatırlıyorsunuz. (Kadınsanız, gereksiz bi suçluluk yükünü omuzlarınızdan atmak istiyorsunuz.) Tek fark kadınlarda dengesizliğin zamanı bellidir, erkeklerde ise bütün bir aya yayılmıştır, ne zaman karşınıza çıkacağını bilemezsiniz.

“Ah bu hormonlar” dedirten bir film…

Aslında “ah bu insanlığın GERÇEKLERİ ÇIKARLARINA göre AYIPLAŞTIRMASI huyu yok mu…” dedirten film…

Bilgi için: www.mooninsideyou.com
http://www.documentarist.org/