30 Ekim 2010

HABERLER
  • Son günlerde Küçük İskender'le acayip bi muhabbet edesim var neden bilmiyorum, o konuşsa ben dinlesem, o içse ben izlesem, o içse ben içsem...gibi. Bneden yana bi konuşma olmasın hiç. Lakin az önce şu yazısını okudum ve bi hayalleri bırakasım var neden bilmiyorum.=)
  • Fanzin okuyasım var bi de şu sıralar. Benim gibi sıradan insanların sıradan öykülerini çok önemliymiş gibi yayınlamaları arsızca bi sırıtış yayıyor suratıma. Evet o fotokopi dergilere para verip alıyorum. Evet zevk de alıyorum sansürden nasibini almamış küfürlü yazıları okurken. Hayat sokakta.
  • 1001 Belgesel...e gidiyorum. Ayrıntılı bi yazı yazmak lazım tüm belgesel filmler hakkında. Hepsi çok değerli, farklı yönlerden hepsi çok güzel.. Ama nerden başlasam bilemiyorum belki başka zaman.
  • Bu blog gereksiz yazılarla dolmaya başladı. Kendimi tutsam mı.. Uzunca yazmaya gücüm yok, illaki anlatasım da var. İşte ikilemim bu..

23 Ekim 2010

HABERLER

1) Film Çalışmaları, İlk Adımlar...

Film dünyasını merakla inceleyen bir çocuğum şu sıralar.
Gel benim not defterim ol, kafamı boşaltan.

- BOÜ Mithat Alam Film Merkezi'nde Sinema Atölyeleri'ne katılıyorum 3 haftadır.
Sırayla senaristlik, yapımcılık ve yönetmenlik üzerine konuşmacıların aklına geleni anlattığı samimi bir ortam, ders havasında değil. Salon epey kalabalık, yüzde kaçı sinema ve benzeri bir bölümün öğrencisi acaba... Birçoğunun benim gibi olduğunu düşünüyorum. (Tipten belli olur ya hani, sayısalcı, ama sayısala da yanlışlıkla kendini kaptırmış tipler... benim gibi işte...).

Konuşmacıların üçü de çok değerliydi gözümde, farklı çalışma biçimleri, farklı bakış açıları var muhtemelen - birkaç saatlik derste bunu anlamak zor- ama hepsine saygı duydum. "Şöyle yapmalısın böyle yapmalısın" demeden kendime bakmamı sağladılar. İşini severek yapmanın iç rahatlığını gördüm yine onlarda, kendimi düşündüm. İhtimalleri..

Ve fark ettim ki, -belki buna karar vermek için çok erken ama- benden yönetmen ya da yapımcı olmaz. İnsan ilişkilerinde sert, kararlı olmanı, bir fikrin yoksa da o an sonsuz giden kendine güven içinde cevap vermeni gerektiriyor yönetmenlik. Yapımcı da sevdiğim işin, film işinin, para bulma kısmıyla ilgilenmek zorunda. Bunlar beceremeyeceğim şeyler gibi... şimdilik..

Fekat belki senaristlik.. Kendimi biraz yontarsam, eğitirsem, işi gerçekten öğrenirsem, belki beceririm. Deneyeceğim.

Ama fark ettim ki , ben aslında belgesel çekmek istiyorum, kurgu hikayeleri değil, gerçekleri anlatmak benim asıl derdim. bir düzene sokmam lazım aklımdan geçenleri.

Ve izlemem gereken çok film olduğunu da fark ettim.

- Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde "Türkiye'de Belgesel Sinemanın Durumu" konulu söyleşiye gittim. Enis Rıza Sakızlı konuşmacılardandı. Belgesel Sinemacılar Birliği kurucularındanmış. Sevdim fikirlerini... Şimdi özetleyemem, toparlamak zor. Ama internet sitesini buldum: www.kameraarkasi.org Belki bir gün giderim yanına, yardımını isterim, şimdilik yardım istemek için bile çok erken, yüzüm yok, bilgilenmem gerek.

- Söylemeden geçmeyeyim, Belgesel Sinemacılar Birliği'nin düzenlediği 13. 1001 Belgesel Film Festivali de 29 Ekim - 4 Kasım arasında, İstanbul'da.

- Sonra Aralık'ta da documentarist'in "Hangi İnsan Hakları?" adında belgesel gösterimleri olacak. Tam tarihini bilmiyorum henüz.

2) Dergi
"Potansiyel" adında bir gençlik dergisinin kültür-sanat bölümüne girdim bir şekilde. Dosya konumuz İstanbul. Hayal-et Yapılar hakkında bir röportaj bile yaptık:) Yayınlanınca buraya da koyarım bir şeyler.

Farklı bir dünyaymış yazmak, okunası/sıkıcı olmayan konular bulmaya çalışırken magazin dergisi seviyesine düşmemeye dikkat etmek... Bunun için beyin fırtınası yapmak... Yaratıcılığının kısıtlanmadığı bir ortamda saatlerce çalışmak...hiç de yorucu değilmiş. Yorulmadan çalışmanın bir yolu da budur belki...?

3) Kitap: Evet, ilk kitabımı baskıya verdim... desem ne güzel olurdu değ mi:)
Şu sıralar Aragon'un "Anicet" romanını okuyorum. Başka bi yazıda uzun uzun anlatmam gerek. İlginç bir yazarmış , ilk kez okudum.. Daha ne çok okunacak kitap var, paniğine yuvarlandım yine...

Sonuç: Kısacası hayat güzel şu sıralar varolmayanülkem, varolanın değil de senin vatandaşınmışım gibi yaşıyorum ya, ondandır muhtemelen. Mesela bitirme yapmam gerek falan filan.... Onları anlatmaya gerek var mı? Bence yok=)







2 Ekim 2010


HUZURSUZ BİR FİLM

Siyah Beyaz filmini izledim. Boş bir film sayılabilirdi, izleyicinin bakış açısına göre: Her akşam barda toplanıp içen, yalnız, bi baltaya sap olmamaış (olamamış değil), evlenip çoluk çocuğa karışmamış insanlar. En "normal" olanı, doktoru karısı terk etmiş, bozulmuş.

Zengin ama belli ki çalışa çalışa zengin olmuş insanlar. Yani tam anlamıyla "baba parası yiyen" tuzukuru tiksintisi uyandırmıyorlar. Samimiyetleriyle bi şekilde sevdiriyorlar kendilerini. İşlerini iyi yapmalarıyla deseeem, değil, hiç alakası yok.

Çünkü mesela Ayten'in (Şevval Sam)ne iş yaptığını bile bilmiyoruz. Sadece soğuk bir iş kadını olduğunu biliyoruz. Yine de olmayan göbeğiyle savaşı sıcak geliyor, seviyoruz.

İhtiyar zaten ressam, ama ne kadar iyi bir ressam, bilmiyoruz. (Resim yaparken kendi kendine kavga etmesi bir ipucu olabilir belki).

Bar sahibi Faruk istisna. Belli ki işinde epey iyi, 25 yıldır Siyah Beyaz'ın sahibi.

Doktorun da iyi bir doktor olup olmadığından emin değiliz (Dr. House misali bir havası yok). Fakat iyi bir insan olduğunu anlıyoruz tanıdıklarına telefondan doktorluk yaptığını görünce, acıyarak sempati duyuyoruz.

Avukat Muzaffer artık çalışmıyor, emekli olmuş. Ancak benim gibi nostalji delisi iseniz emekliyken pikap tamiriyle uğraşan bir adamı -kişiliği nasıl olursa olsun- seversiniz.

Rıza zaten güleryüzlü barmen. 15 yıldır diğerleri muhabbet ederken hizmet eden kişi. Çevresinde dönen muhabbetlere kulak asmıyormuş gibi görünmeyi becermek işinin bi parçası.

Film boyunca bunların akşam sohbetlerini izliyoruz. Hayatlarındaki ufak tefek değişiklikler; ölümler, kalımlar, karşılaşmalarü kavuşmalar, ayrılmalar... Kadınların kilo vermek gibi gereksiz dertlerinin kaynaklarını düşünüyoruz.

Tüm karakterlerin yalnız olması rahatsız ediyor sadece. Mesela Faruk'un neden hayatında hiç kadın yok? Hadi diğerlerinden az çok aşk hikayeleri dinliyoruz da... Köpeğiyle yaşayan ve hayatını bara adamış bir adam. Karısı Paris'e gitmişmiş... Başka hiç fikrimiz yok. Paris'e gitmesi de şaka mıydı yoksa? İçe sıkıntı veriyor Taner Birsel'in karakteri, Faruk. Tüm o sıkıntıya rağmen mutlu mutlu rol yapıyor, anlayamıyorsunuz nasıl mutlu olabildiğini!

Ayten... Özgür, kendi parasını kazanan, yalnız yaşayan, kendine güveni tam olan bir kadın. Her erkek yetemez O'na, bakışlarından bile anlaşılıyor. Evli bir adamla yaşadığı, kendisini doyurmadığı gayet açık olan bir maceranın bitmesine nasıl üzüldüğünü görüyoruz. Güçlü olmak yetmiyor, dedirtiyor bize, hayatta başka şeyler de lazım.

Kısacası tüm karakterler kendini sevdirirken biraz da rahatsız ediyor. Tek huzur veren Rıza. Hatta O bile değil, başkaları muhabbetin doruklarında içerken, o nasıl hala güleryüzle hizmet edebiliyor! Mecburiyeten olduğunu sanmıyorum. Yalancıktan böyle güzel gülümseyebilir mi insan...?

Filmlerde çekilen acılarla aynı oranda şefkatle başı okşayan bir yüz görmeye alışmışım, hep onu arıyorum. Bu filmde de sığınacak bir kucak aradım ama yoktu. Paranın, maddi olanakların bolca bulunduğu, acıların çocuğunun olmadığı bir ortamda huzursuzluk... Çözümsüz huzursuzluk...Kurtarıcı yok. Ama hayattan nefret ettiren değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiren, bağrına bastırtan o yağmur kokulu güzel sıkıntı...