28 Haziran 2010


ADET DÖNGÜSÜ SİZCE NEDİR?


İÇİMİZDEKİ AY-MOON INSIDE YOU: Kadınların yaşadığı adet döngüsü hakkında 74 dakikalık bir kadın-erkek-çocuk-toplum psikolojisi incelemesi. Slovakya yapımı filmde, 30 yaşına yakın bir kadın merak etmiş, “Neden ben acı çekiyorum? Bunun bir çözümü yok mu? Acı çektiğimi de gizlemem gerekiyor ya, neden?” Acıya isyanla başlayan harekette sorular soruları kovalamış, çok ilginç, mantıklı, komik animasyonlarla renklendirilmiş hiç görmediğim kıvamda eğlenceli bir belgesel çıkmış ortaya.

Bir jinekoloğun –kendisinin tabiriyle- orta çağdan kalma işkence masasına uzanan anlatıcımız sayesinde, farklı bir bakış açısını izleyeceğimizi daha baştan anlıyorsunuz.

Sokaktaki insanların “adet döngüsü” hakkında konuşmak istememelerinin aslında ne kadar ilginç olduğunu fark ediyorsunuz. Sanki bu bir ayıpmış, kadınların pis olmasından kaynaklanan bir utançmış gibi…

İlk kez adet gören bir Slovakyalı kızın bir Türk kızından ne kadar farklı olduğunu da görüyorsunuz. Daha olayı yaşamadan, okulda erkek arkadaşlarıyla birlikte adet döngüsü hakkında ders alıyorlar ve mantıklı bilgileri arkadaşlar arasında gizli saklı dedikoduyla değil, doğrudan öğretmenden alıyorlar. Anlatıcımızın çocukluğunda böyle değilmiş, orda da yeni yeni düzeliyormuş durum.

Adet sancısını erkeklerin gözünden görüyorsunuz. Anlayamıyorlar, bir ağrı en fazla ne kadar bela olabilir ki insanın başına, dercesine bakıyorlar. Yapacak bi şeyleri olmadığından adet dönemlerinde sevgililerinden uzak durmaya çalışıyorlar.

Filmde ayrıca sancıyı azaltmak için ilginç yöntemler de görüyorsunuz. Ne kadar işe yaradığı bilinmez ama, bir dansçı göbek dansını öneriyor, bir jinekolog ise mastürbasyonu. Bunlar ağrı kesicilere -vücudu kandırdıkları için- karşı olanların fikirleri. Bu yöntemler aslında vücudunu sevmek, anlamak ve barış içinde olmak felsefesine dayanıyor.

Bir diğer ilginç görüş de, adet döngüsünün doğaya uygun bir durum olmadığı ve hormon düzenleyiciler sayesinde adet olmaktan tamamen kurtulmak üzerine… Bunun da karşısında çok fazla görüş var; insanı robotlaştırdığı, insanlık var olduğundan beri gerçekleşen bu olayın “normal” olmadığını söylemenin saçma olduğuna dair…

Filmde adet döngüsünün tarihi nasıl etkilediğini de bir tarihçinin gözünden görebiliyorsunuz.


İnsanoğlunun hin kafası burada da devreye giriyor. Bir dönemde kadınların adet döneminde işini iyi yapamadığını, bir dönemde ise iyi yaptığını iddia edip, bu iddiaları propaganda aracı olarak kullanmış bu uyanıklar…

Bu kadar basit bir biyolojik olayın hiçbir filmde/kitapta yer almamasını fark edip şaşırıyorsunuz…

Hormonal dengesizliklerin ruhsal dengesizliklere sebep oluşunun yalnızca kadınlarda değil, erkeklerde de görüldüğünü hatırlıyorsunuz. (Kadınsanız, gereksiz bi suçluluk yükünü omuzlarınızdan atmak istiyorsunuz.) Tek fark kadınlarda dengesizliğin zamanı bellidir, erkeklerde ise bütün bir aya yayılmıştır, ne zaman karşınıza çıkacağını bilemezsiniz.

“Ah bu hormonlar” dedirten bir film…

Aslında “ah bu insanlığın GERÇEKLERİ ÇIKARLARINA göre AYIPLAŞTIRMASI huyu yok mu…” dedirten film…

Bilgi için: www.mooninsideyou.com
http://www.documentarist.org/


SİNEMADA BELGESEL İZLENİR Mİ?

Öneride bulunmak için artık çok geç olsa da anlatmam lazım. “Documentarist” çok güzel bi etkinlikti. “Ulan İstanbul! Ne şanslı şehirsin!” dedirtti bi kez daha.. “Başka pek çok şehirde adam gibi sinema yokken, sen nelere kadirsin, festivalsiz günün geçmiyor!”

Beş gün süren bir belgesel programı (22-27 Haziran). Paneller, sergiler, atölyeler ücretsiz, film gösterimleri 4TL. “Bu para bu belgesellere verilmez de neye verilir?” diyorsunuz salondan çıkarken.

İzlediğim filmler ve kısaca konularına daha sonra geleceğim ama öncelikle bu şehre yapılan bu güzelliği uzun uzun anlatmam lazım.

Nasıl teşekkür etmek lazım? Filmlere gidince her ne kadar parasını veriyor olsam da o emeğin tam karşılığını verebildiğimi hissetmiyorum. Sıradan bi Hollywood filmi değil ki bu! Para kazanmak için çekilmemiş, para kazanmama riskine rağmen çekilmiş!

Bunun ne demek olduğunu unuttuk ya biraz, DELİLİK tabi bu iş de… Ama her deliye duyduğum sonsuz saygıyı onlara nasıl duymayayım…

Pek çok sponsor var tabi… Hiçbir önyargıya maruz bırakmayacak sponsorlar üstelik: İBB, Mybilet, Beyoğlu Belediyesi, Akbank Sanat, Carlsberg, Altyazı, Birgün gazetesi, Siyad, çeşitli konsolosluklar, fotoğrafla ilgili çeşitli akademiler, vakıflar…
Hepsine teşekkür etmek lazım ama en önemlisi fikri çıkaranlara, koşturanlara... Mutlaka bi çekirdek kadro vardır ya hani, işte onlara…

Sayelerinde “İstanbul Belgesel Günleri” diye bi şey var daha ne olsun! Başka dünyaları tanımak bu kadar ayağımızın dibine gelmiş… Bi nevi ‘açılım’ işte, açılımın babası hatta… Tabi “belgesel izlemeye sinemaya mı gidilir, entel misin sen” sorusunu artık sormayanlar için…


Ayrıntılı bilgi: www.documentarist.org

18 Haziran 2010

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZESİ

İstanbul’da, Gülhane’de, Topkapı Sarayı’nın hemen yanında yer alan Arkeoloji Müzesi gerçekten çok ama çok büyük. Öyle bir iki saatte gezilebilecek bir müze olduğunu düşündüğüm için utanıyorum şimdi. İstanbul gibi bir tarih şehrinin Arkeoloji Müzesi elbette devasa olmalıydı! Olmuş da… kimin sayesinde? Mmutlaka anlatmam lazım bu kısmı.

II. Abdülhamit zamanında yaşamış Osman Hamdi Bey ilk türk arkeoloğu imiş. Lübnan’da Sayda Kral Mezarlığı’nda dünyaca ünlü İskender Lahidi’ni bulmuş. Arkeolojik çalışmaları sonucu topladığı eserleri koyacak yer sıkıntısı yaşamaya başlayınca Arkeoloji Müzesi açmaya karar vermiş ve bu müzenin 29 yıl müdürlüğünü yapmış. Müze binası ihtiyaç duyuldukça eklemeler yapıldığından 3 aşamada tamamlanmış. Osmanlıda kaloriferle ısıtılan ilk binalardanmış. Ayrıca ilk Türk ressamlarından birisiymiş. Meşhur “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosu O’na aitmiş.

[İlginç olan bir şey: Müze-i Hümayun’un (İmparatorluk müzesi) müdürü olduğu sırada 1883 yılında nizamnameyi düzenleyerek batılı ülkelere eski eser kaçırılmasını önlemek istemiş. Ancak çok da engel olunamamış. Müzede bir eserin yanında yaklaşık olara şöyle bir açıklama vardı: Bir eser (ismini hatırlamıyorum) batılı ülkelerden biri (ismini hatırlamıyorum) tarafından Osmanlı Devleti’ne hediye (!) edilmiştir. Yani bunlar zaten bizimdi, neyi kime hediye ediyorsunuz, diye laf sokulmuş açık açık, hoşuma gitti bu açık sözlülük.]

SÖZCÜKLER:
Nekropol: necropolis (Antik kentlerde mezarlık)
Limestone: kireçtaşı
Anthropoid lahit: insan biçiminde mezar
Stele: stel (mezar taşı)
Mint: darphane
Psyche: ruh

Dikkatimi çekenler:
- Neredeyse bütün lahitler Lübnan’dan (Sidan şehrinden) getirilmiş.


- Mezar üstündeki desenlerden en çok kullanılanlarından biri, symposium denilen, şölen anlamına gelen, uzanmış bir erkek ve ayakucunda oturan bir kadın ile önlerinde bir tepsi içinde yiyecek içeren bir figürmüş.

- Mezar taşları veya içerdikleri süsler çok çalınırmış, onları lanetleyen, korkutma amaçlı yazılar bulunurmuş, taşlar üstünde.

- Mezar odası yaptırmaya ekonomik durumu el vermeyenler, kapı biçimli mezar deseni yaptırırlarmış Öteki tarafa geçişi anlatırmış bu kapılar.

- Gladyatör dövüşlerini anlatan figürler de diğer bir çeşit desenmiş.

Bu kadarcık değil, hata ettim, öğleden sonra gittim buraya, ama bitmedi tabi ki. Muhteşem bir müze!


TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ

Sultanahmet Cami’nin yanında Türk İslam Eserleri Müzesi var. Gez gez bitmeyen müzelerden, ne çok şey öğrenmek lazım dedirtenlerden. Abbasi, emevi, safevi, Selçuklu, kaçarlar, osmanlı…daha neler neler…


- Türk ve İslam Sanatı eserlerini topluca kapsayan ilk Türk müzesiymiş. 1914te Süleymaniye Cami içinde yer alıyormuş, Cumhuriyet ilanından uzun bir süre sonra şimdiki binasına, İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmış.

- İbrahim Paşa Sarayı ahşap değil, bu yüzden günümüze ulaşmış ender saraylardanmış.

- İslam sanatında en önemli öğe yazı sanatıymış.

- Irak’ta Rakka kazısı, Bağdat’ta, Samara’da kazılar yapılmış (Osmanlı zamanında)

- Şırnak’taki Cizre Ulu Cami 1155 yılında yapılmış. Emeviler ve Zengiler etkinmiş Cizre’de. Cami kapısının tek tokmağı Kopenhag David Koleksiyonu’nda, teki bu müzede yer alıyormuş. Kapının kalan kısmı da var. Süslemeleri 12 köşeli yıldızlardan oluşuyor.

- İsmail Ebul İz El-cezeri o zamanın önemli bir şair ve mühendisiymiş, pek çok letin tasarımının bulunduğu bir kitabı varmış.

- SFENKS: Kafası koç, kuş, veya insan, gövdesi ise uzanan bir aslan şeklini alan heykel.

- LAHİT (sarcophagus): Antik Çağ'da insanların ölülerini gömdükleri sandık şeklindeki mezar.

SÖZCÜKLER:

Stucco: alçı
Glazed: sırlı
Frament: kabartma
Candlestick: kandil kabı/şamdan
Brass: pirinç
Oil-lamp: kandil
Bookbinding: cilt
Prayer rug: seccade
Bronze: tunç
Seljuki: Selçuklu
Mortar: havan
Lug: kulp
Gilded: altın yaldızlı
Ewer: ibrik
Basin: leğen
Qajar: kaçarlar
Safavid: safevi
Transition: geçiş dönemi
Mug: maşrapa
Burner: buhurdan (tütsü kabı)
Tile: çini
Carafe/pitcher: sürahi
Tomb: türbe
Paper case: kubur (ferman konulan silindir kutu)
Tombstone: mezartaşı
Mühre: polishing instrument (Kâğıda yumuşaklık, parlaklık ve düzlük vermek için kullanılan camdan araç)
Chest: çekmece
Canteen: matara
Pair of doors: kapı kanatları
Jar: küp
Sorguç: başa takılan tüyden süs
Black nomad tent: Yörük kara çadırı
Topak ev: orta asya’daki kimi türk nboylarının içinde yaşadığı tepesi kubbe görünümlü yuvarlak çadır.

16 Haziran 2010


EDEBİYAT MÜZESİ


Yıldız Sarayı'nın dışında, Türkiye Yazarlar Sendikası'nın kurduğu, Mimarlar Odası'nın arkasına gizlenmiş Edebiyat Müzesi'ne gidiyorsun. Çok fazla bi beklentin yok, bu kadar arkalarda kalmış, tabelası bile olmayan bir müze ne de olsa... Yol üstünde rasgele birinin dikkatini çekip girivermesini engellemek için gizlenmiştir adeta, şaşırırsın...


Müze 1999'daki İstanbul depremine dikkat çekmek amacıyla da kurulmuştur, duvarlardaki posterleri görünce anlarsın. Ünlü dünya yazarlarına mektuplar yollanmıştır Sendika tarafından, alınan cevaplar posterlere basılmış, halka açılmıştır. Posterlerin üstünde büyük Türk yazarlarının siyah beyaz portre fotoğrafları, altlarında da doğum-ölüm tarihleri vardır. Film şeridi gibidirler, önlerinden saygıyla geçersin.


Sağdaki uzun odada sadece kitap dolapları, masalar, sandalyeler ve çeşitli Atatürk fotoğrafları vardır.


Soldaki uzun oda daha kıymetlidir gözünde...


Burada Türk yazarlarından kalan hatıralar yer alır; mektuplar, el yazılarıyla, eski kağıtlarda... Ne kaldıysa onlardan, müzeye koyabilecekleri hangi belgeyi buldularsa; gazete haberleri, imzalı kitaplar... Bildiğin bilmediğin pek çok Türk yazarı vardır...


Mektupları eline alıp okuyasın gelir. Bilirsin, okusan ağlayacaksındır. Yazar da olsa elalemin özel hayatına neden böyle aşık olduğunu anlayamazsın.


Daktilo vardır pencerede, harflere dokunasın gelir. Müzedir ama burası, bu zevklerin yasak olmasına hem sinirlenirsin, hem sevgi duyarsın...


Ne kadar güzeldir yazarların el yazıları; kendi yazından bir kez daha utanırsın...


Güzel bir müzedir ancak eksikleri çoktur:

- Müzeye giden yollar tabelalarla, ok işaretleriyle gösterilmelidir.

- Belgelerin (özellikle mektupların ve kasetlerin), kopyalarına okuyucular ulaşabilmelidir. Parayla ya da -araştırmacı ise- bir izin belgesiyle... [Ama kitap baskısını değil, kopyasını okumak istersin, yazarın yazısından...]

- İntenette müze ile ilgili bilgi yoktur, olmalıdır, internet sitesi ya da blog açılmalı, müzenin neleri içerdiğine müzeye gitmeden bakılabilmelidir.

- Belki üniversite ya da lise öğrencileri toplulukları burada toplantılar yapabilir. Sessiz sakin bir ortam.. Bu iş için çok uygun...


Bunların hepsine para gereklidir. Bir sendika bu işe ne kadar para ayırabilir? Destek gereklidir, yayın evlerinden ve halktan...


14 Haziran 2010

FRİDA'dan

Frida: - Hatırlatsana o günlerde ne isterdim?
Baba: - Şahsiyet sahibi olmak isterdin

8 Haziran 2010

REŞİTPAŞA GÜNLÜĞÜ-7.6.10

-Sokaktaki orta halli çocuk yağmurdan sonra sokaktadır. Yanında kızlı erkekli arkadaş grubuyla birliktedir. Meraklı, az çok çokbilmiştir, sorusundan, çevresine bakışlarından bellidir; çokbilmişliğini mütevazılığe dönüştürme çabasındadır. Daha çok karizma yapar böylece. Soru: “gökkuşağı çıkması gerekmiyor muydu?” Gereksiz sorularla muhabbet yaratabilen bir adam olmak yolundadır.

-Reşitpaşa’da Hıristiyan mezarlığının eski püskü giriş kapısının önünde bir yere gidecekmiş gibi değil, ezelden ebede orda durmuş, duracakmış gibi öylece dikilen bir erkek çocuk. Bir omzu diğerinden aşağıda. Saçları yeni kesilmiş gibi, biri traş makinesini eline almış, model falan umursamadan, bitlenmeyi önleyecek kısalıkta kesivermiş gibi. 4-5 beden büyük gelen montu dizlerine kadar iniyor. Uzaktan bakınca cinsiyetinden şüphe duyuyorsun, onların cinsiyeti olmaz çünkü. Aklı başında sanılan ama aslında çükünde olan vahşi insanlar için vardır tabi cinsiyet, her zaman, her durumda; ama O’nun gibisi için yoktur önemi. O’nun tek derdi sigaradır şu an. Gözüne kestirdiklerine sorar, “abi sigaran var mı?”; yoktur çoğunda. Veren çıkar mı? Belki… “Paran var mı?” o da yoktur tabi ki. Herkese sormaz, kızlara sormaz mesela, kendine yakın mı hissetmez? Kim bilir neden, kafası uyuşmuştur. Bakışları donuklaşmıştır, sesi kendinden geçmiştir. Yanından geçen annesinin elinden tutmuş çocuktan ne farkı var, diye düşündürür sana? Neden elinden tutacak kimsesi yok, neden gözleri parlak değil, neden yaşına göre kıyafetleri yok… Hikâyesini merak edersin, soramazsın. Sorsan n’apabilirsin, öğrendin diyelim, öylece bırakıp gideceksen sormanın ne manası var? Bu eşitsizliğin bi anlamı olmalı, bi çözümü olmalı… Düşünürsün. Yaratan gerçekten şefkatliyse bunun da bir mantığı olmalı. Yapabileceğim bi şeyler olmalı. Ama ne?

-Emirgan’ın sahile uzak ara sokakları. Huzur içinde sessiz. Herkes evinde, ya da mahallesinden uzakta. Sokaklar boş. Reşitpaşa gibi değil işte, sokaklar boş, çocuklar, seyyar satıcılar yok. Neden? Çocuk mu yok bu evlerde yoksa var da dışarı mı çıkmıyorlar? Yol hizasında pencere kenarında oturmuş 60larında bir adam, elinde tuttuğu bi şeyi okuyor. Geçerken gözgöze geliyorsunuz. Sohbet etmek isterdin, ama bahane bulmak lazım, bulamıyorsun. Solunda eski bir konak. Bahçesi yemyeşil. Yeni yağmış yağmurun ıslaklığı, eski püskü her yerde. Ahşap taş karışımı bina. Birilerine ait hala, belli, yıkılmamış hiçbir yeri. Bahçenin yola yakın köşesinde bir dükkan varmış eskiden. Camları kırılmış, tezgah var içeride. Yerde bir çukur var. Marangozdu belki. Eski Türk dizilerini hatırlıyorsun ister istemez, hangisi olduğunu hatırlayamadan, gözünün önünden geçiyor huzur içinde yaşayan komşu yüzleri… süper baba, Yeditepe İstanbul… daha ismini bilmediğin, kanalları değiştirirken rast geldiğin kimbilir hangi dizi… emirgan’da paranın getirdiği huzur var. Ama çok göremiyorsun bu huzuru bu zenginlere, Nişantaşı zenginlerine duyduğun gıcığı bunlara duyamıyorsun. Paran olsa biliyorsun ki onlar gibi olurdun, aradığın huzuru sen de paranla satın alırdın. Ama acı bir gerçek batıyor gözüne: Kim bilir nelerin yaşandığı o dükkân kapısında şimdi “Buse ve Murat” yazıyor, kimin ölümlü aşkı ölümsüzleşti kim bilir… Evin, mahallenin yerlisiyle alakası yok muhtemelen. Bir yabancı el gelip çizmiş o huzuru. Bu kadar basit.

7 Haziran 2010

TEMBELLİK HAKKIMIZ!

Bilgisayar başında oturmuş,
kum saati görmekten beyni uyuşmuş
kaç kişi var acaba dünyada şu an?
Kaç kişi olmak istiyor Oblomov'un ta kendisi?
Selam sana ey işe yaramayan insan!
Geçer bu halin korkma...
Kendini garip hissetme...
Telaşlı anlarının acısını çıkar huzurla...
Öyle zamanlarda nasıl huzursuz olurdun, hatırla...
Düşünme geleceği falan, anı yaşa işte!
Pineklemek mi istiyorsun, tutma kendini!
Bırak nefes alsın varlğın!
Bırak varlığın bu kez de kendi varlığına armağan olsun!

6 Haziran 2010


UMURSAMAK-THE COVE-KOY-YUNUSLAR…


Dünyada çok şey dönüyor. Her olayı her yönüyle anlamak, kesin bir fikre sahip olmak mümkün değil, ama olabildiğince fazla fikre sırtını değil yüzünü dönmek insanın ufkunu, gözünü, aklının perdesini açar.


Farklılıkları görmemi sağlayan herkese, her olaya minnet duyarım ve başkalarına duyurma ihtiyacım da bundandır (Buradaki minnet dün Dünya Çevre Günü olması sebebiyle “Koy” filminin bedava gösterimini yapan Kanyon Sineması’na ve bu durumu bana müjdeleyen Ulaş’a=).

Koy (the cove) isimli belgesel film sayesinde farklı bi pencere açtım dünyaya.

Film hakkında akılda kalanlar:

- Mavi ve kırmızı: Muhteşem doğa ve kan…

- Flipper dizisindeki yunusun eğitimcisi, doğayla iç içe yaşamaya bize göre çok daha fazla alışkın, yıllar önce de öyleymiş, şimdi de öyle. Flipper’ın eğitmeni ne de olsa! Flipper’la birlikte bir göl kenarında yaşıyormuş zamanında ve bu sayede yunusların her hareketini gözlemleme fırsatı bulmuş. İnsan eğitiminde olan, eğlence merkezlerinde gösteri yaptırılan yunusların yüksek ses yüzünden ve uzun mesafede yüzme imkanları olmaması sebebiyle yaşadıkları stresten dolayı hepsinin ülser hastası olduğunu görmüş. Bu hiç beklemediği acı gerçeklerin üzerine Flipper bir gün stres yüzünden gözünün önünde intihar edince, yunusların insan hâkimiyetinde olmaması gerektiğine karar vermiş. O zaman elinin altında bulunan tüm yunusları serbest bırakmış, bu sebeple ilk tutuklanmasını yaşamış. Bundan sonra da dünyada nerede köleleştirilen bir yunus varsa orada eylemci olmuş.

- Adamın unutulmaz cümlesi: “10 sene eğlence sektörünün bu kısmını inşa etmek için uğraştım, cahildim. 35 senedir bu sektörü yıkmak için uğraşıyorum.” İnsan neyi inşa ettiğine dikkat etmeli tabi…

- Günümüz: Japonya’da Taiji Koyu’nda yunus katliamı yapılıyor ve Japon hükümeti bu durumu destekliyor. Gösterilerde kullanılacak güzel yunuslar eğitiliyor, kalanı “yunus eti” olarak ya da yunus eti olduğu belirtilmeden tüketiciye sunuluyor. Yüksek oranda civa içeren yunus eti insan sağlığı için önemli tehlike oluşturuyor.

- Yunus aşığı deli adam çok uğraşıyor yunusların sesini vicdanlara duyurmak için, bir nebze de olsa ulaşıyor amacına, bu belgeseli çekiyor.

- İnsanın, birleşince sadece katliamlar değil güzel şeyler de yapılabileceğine inanası geliyor.

Bu filmin arkasında başka oyunlar döndüğünü, Japon ekonomisini etkilerken, başkalarının ekmeğine yağ sürdüğünü düşünmek mümkün (özellikle benim gibi paranoyaklar için). Ancak bu filmin asıl başarısı, kötü bir olay sayesinde de olsa, güzel bir farkındalık yaratması.

Herkesin mutlaka duyduğu Kızılderili atasözü durumu özetler: “Dünya insanlara değil, insanlar dünyaya aittir.”