30 Aralık 2012

HOŞGELDİN 2013!!! LALALALA....

yeni yıl kararları. en son ne zaman aldım bilmiyorum. en son ne zaman gerçekten kendi kendime konuştum. eski günlükleri açıp bakmak  lazım. zor iş. 

özel günlerden uzak duran biriydim ben. yıllarca arkadaşlarıma bu halimi kabul ettirmek için çabaladım. benim böyle doğumgünü kutlamayan, özel günlerde alınan hediyeleri önemsemeyen biri olduğumu bilsinler diye doğumgünlerine gitmemekte ısrar ettim. özellikle son yıllarda. yılbaşı da öyle. yeni yılda yeni kararlar almak saçmaydı. diğer günlerden ne farkı vardı ki 1 ocak ın. sadece tatil. saçma sapan aşırı alkol alımı, ertesi gün geç uyanmak...

ergenliğin getirdiği illa bi muhalf olma durumu. öncesinde hayata çok büyük anlamlar yüklediğimden, bi anda boşluğa düşmekten geliyordu belki de. 

tabi ki idefix
ateistler için din'i okudum. inanacak bi gücün varlığına inanmayan insanın boşluğa düşmesini engelleyecek yöntemler sıralamış alain de botton. 2 sene önce okusam çok saçma gelebilirdi. dinde en saçma bulduğum şeylere, ritüellere, kutsal günlere, dua tekrar etmelere, tapınaklara ihtiyaç duyduğumuzu söylüyordu. ben bunlar var diye bu kadar nefret etmiştim dinden, yoksa yalan mı lan bu din işi, diye düşünmeye başlamıştım.

ama şu yakın zamanlarda okuduğum botton o kadar da saçma gelmedi. yaşlanıyorum, isyancı tarafımı kaybediyorum belki. 
 
son zamanlarda auguste comte denen ateist adamın insanların din olmadan huzurlu yaşayamayacağını düşündüğünden, hiç olmazsa kendimize tapalım, diyerekten İnsanlık Dini'ni kurması da ayrıca dikkatimi çekti. 

Bi şeylere ihtiyacım var varolmayanlkem. sana inancımı yitirdim, hayali bi arkadaşa ihtiyacım var ya da her güne enerjik başlamamı sağlayacak amaçlara ihtiyacım var. 

misal, pazarları kiliseye gitmem gerekseydi, malak gibi 1 e kadar uyumazdım. 
öldükten sonrası için layık olmayı amaçladığım bi cennetim olsaydı, "gerekenleri yapmaya"odaklanıp, kafamı başka şeylere takmadan (ben bunu niye yapıyorum ki, gibi) zamanı tüketiverirdim. 
hatalarımda tüm suçu kendime yüklemezdim. tüm suç bendeyse bile bu kadar yüklenmezdim kendime, "affedici bi gücün varlığına" inansaydım.

-------
bu arada benim dinsizliğimin tanımı ne, tam olarak bilmiyorum ama ateist değilim. yaratıcı gibi bi şeyin varlığına inanıyorum. yaşamın kökeni illa ki "ateyizler bunu da açıklasın" sorusuna götürüyor. bilim ilerde hepsinin cevabını bulacak, sözüne inanamıyorum şimdilik. bilimle çok içiçe olmadığım için muhtemelen. dinlere de inanamıyorum. bu kadar zora sokan, kendini beğenmiş, uğruna insanların savaşmasını isteyen kitaplarla işim yok. iyice yaşlanınca onlara da inanırım belki. babam sorularıma cevap veremese de tasavvufta huzur bulduğunu, bu yüzden inandığını söylüyor misal.
 
aha burdan
neyse, sizeneyse..
---------

özetle, rutin bi şeylere, kutlamalara, kısa vadeli amaçlara ihtiyacım var, bu sonsuz kronik mutsuzluktan kurtulmak için. (bi de bunu yutayım bakalım, olmadı gece acile gideriz hali)

evet efenim,  yılbaşı kutlama planları da yapıyorum artık, yeni yıl kararları da alıyorum. alıcam yani. bu kararı almak da önemli bi adım, hiç küçümsemeyin. alınca yazarım herhalde galiba mutlaka.


26 Aralık 2012

ODTÜ, İKTİDAR, EYLEMCİ vs.

Yaklaşık iki sene önce TMMOB'da aktif bir öğrenci üyeydim.

TMMOB, öğrenciyken fark edemeyecekleri mesleki haksızlıkları fark ettirmeye çalışarak, suya sabuna dokunmayan öğrencileri, dokunabilir hale getirmeye çalışıyordu. En azından gıda mühendisleri odası öyleydi. GIDAMO'da, bazı köklü odalar gibi illa ki sosyalizmi getirelim iddiası yoktu, çünkü zaten çok daha pratik dertleri vardı üyelerinin. Asgari ücrete mühendis olarak çalıştırılmak, patronla devlet arasında bırakılmak, üretimde hiç söz hakkı verilmemesi...gibi...

Aktivist bir yapım yok, eylemlerde sürekli aynı ses tonuyla bağırmaktan sıkılırım. Kollektif bir grupta çalışmaktan sıkılırım. Birileri mutlaka daha az önemser işi, geyiğine ordadır, sinirlenirim. Tahammülüm azdır. Öğenci üyelik formuna TMMOB ilkelerini yazalım, kabul eden üye olsun dediğimi bile hatırlıyorum. Ama üye sayısı o kadar azdı ki odanın, sırf seminer için üye olmak isteyenlere bile kapılar açıktı. Belki zamanla destek vermek de isterler diye.

Bu gergin halime rağmen TMMOB'ta ve kampüs içinde ve dışında haberdar olduğum eylemlerde yer aldım, olabildiğince duyurmaya çalıştım, "ben 1 Mayıs'a gitmiyorum, başkaları gitsin" diye uğraştım...

Şimdi hepsinden uzaklaştım.
Neden?

Çünkü bir şeyleri değiştirebileceğime artık hiç inanmıyorum. Çünkü üniversite son umutlarımı kemirdiğim, tükettiğim yer oldu.

Şimdiye kadar bunu hep benim karamsar yapıma bağlardım. Ama geçen gün sevdiğim birinin tividini gördüm: "Ben son 10 yılda olduğum kadar karamsar olmamıştım hiç" diyor. Koskoca bi adam bu, benim gibi 25 yaşlarında değil. Demek ki sorun sadece bende değil, son 10 yılda sabit olan bi değişiklikte: iktidarda.


ODTÜ olayları:

Burda benim fikir sahibi olmam için birkaç konuda bilgi sahibi olmam gerekiyor:

Olaylar nasıl başladı?Eylemcilerin samimiyeti ne düzeydeydi? Gerçekten önce polis mi saldırdı? Gerçekten oradakilerin tamamı öğrenci miydi? Gerçekten molotof kokteyli atmadılar mı?
Bunların hepsine cevap evetse, öğrenci tarafındayım.

Peki, öğrencilere soruyorum: Bu eylemin ideal olanı nedir? Sevmediğiniz biri kampüse giriyor, protesto ediyorsunuz, ilk saldıran polis olmuyor, polis sadece bekliyor. Bu durumda süreç nasıl devam edecekti? Kapıda slogan atıp, basın açıklaması yapıp, başbakan binadan çıkarken protesto mu edecektiniz? Yoksa salona girip sloganlarla Erdoğan'ın konuşmasını mı engelleyecektiniz? İçimden gelen kesinlikle o adamın sesini duymamaktır. Ama onların yaptığını onlara uygulamak doğru gelmiyor. Bu da bi tür faşizm değil mi?

E eylem nasıl olur o zaman?

Şimdi bana soruyorsunuz, "e o zaman böyle vahşi, cahil, kaba insanlara karşı yapılacak doğru protesto şekli nedir?" diye.. Kollektif bi hayatı yaşamayı beceremediğimi söylemiştim, ahkam kesmem terbiyesizlik olur. Aklıma sadece "basın açıklaması ve oturma eylemi" geliyor. Salona öğrenciler alınıyor muydu bilmiyorum, sanmam ama alınıyorsa bile muhalif tipliler alınmaz. Öğretim üyeleri ve öğrenciler olarak onların istediği kılığa bürünüp, salonun önemli bşi kısmını doldurup, erdoğanın sözlerini hiç alkışlamamak olabilirdi mesela. Ya da salon dışında oturma eylemi, zaten klasiktir. Olabildiğince az gürültülü, anadoluda yaşayan "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyen ebeveynlerin bile saygı duyacağı, "terörist" yaftasını yapıştırmalarını güçleştirecek bir protesto isterdim.

Mustafa Akyol'un şunu demeye hakkı olmamalı mesela: "öğrencilerin de çok Gandhivari bi hali yoktu". Başarılı, kendine güvenen, derslerine zaten hakim olan öğrenciler olmalı eylemciler. Ben öyle değildim. Kafamı fazla yormuştum haksızlıklarla, derslerim kötüydü, kendime nasıl güvenmediğimi hatırlıyorum. Hocaların karşısına çıkıp destek istemeye utanırdım. Bizim hocalar apolitikti zaten. Ama politik bi hoca da, destekleyeceği öğrencinin öncelikle başarılı olmasını ister. Dersleri kötü olursa, kendini pazarlayamıyorsa üstelik, ilerde iş bulmakta zorlanacaktır çünkü bu çocuk. Kampüsün dışında hayat ütopyalara hiç izin vermiyor çünkü. Para kazanmıyorsan, toplumda saygın bir yerin yoksa, başbakanı sevmemen anlam ifade etmiyor.

Yine çamur atarlar. Tabi yine çamur atacaklardır. Ali Nesin mesela, parası da akademik kariyeri de yerinde olan bir adam. Türkiye için yaptığı işleri iktidar destekliyor olsa, şu an Erdoğan iktidar olmazdı zaten.

Öğretim üyelerinin karşı çıkmalarını "mesleği bıraksınlar" diye cevaplayan bir başbakan var, kendisi gibi düşünmeyen kimseye saygısı yok. O kadar savunduğu Kanuni çıkıp gelse, yaptığın yanlış dese, ananı da al git der.

Ümitsizliğimin asıl sebebi eylemciler değil tabi ki, tayyip yönetimi. Şunları yazarken bile korkuyorum başıma bir iş gelir mi diye. Twitter'da öğrenclerinin sırtını sıvazlayan rektörlere bayılıyor öğrenciler. Maillere cevap vermeyen hocalardan ne kadar bıktılarsa... Bu kadar yalaka olmamalı bi üniversite öğrencisi. İcraatlarına bakmalı.

Rektör seçimleri

Her şey sanal. Herkes özgürce bir fikir sahibi olduğunu sanıyor. Misal, rektörlük seçimlerinde Twitter'dan kampanya yürütüyor artık adaylar. Öğrenciler deliler gibi destekliyor birini. Cumhurbaşkanı o kişiyi atamazsa çok üzülüyorlar. Halbuki sen kimsin ki ey öğrenci parçası? Oy hakkın bile yok, neye isyan ediyorsun? Twitter'da seveni daha çok diye onu atamak zorunda mı cumhurbaşkanı?

İktidarın atadığı rektörler için bknz: http://onurerem.com/2012/12/25/iktidarin-rektorleri/

Sanal, kendini değerli hissettiren tepkiler.

Çok iyi danışmanlarla çalışıyor akp, toplumu çok iyi yönlendiriyorlar, bu sayede geleceği kendileri yaratıyorlar. Müdahale edemiyoruz. Çok korkutuyor bu beni.

Fikirlerimi toparlyacağım sonra bu konuda. Şimdi acelem var. Kusmak istedim olabildiğince.







24 Aralık 2012

YAĞMUR NERDESİN?

Kurmaca bi kitap yazsam, başkarakterin isminin "Yağmur" olacağından neredeyse emindim 1 yıl öncesine kadar.

Yağmur, modern bi isimdir. Ama modern olmaktan şikayetçi olan, doğaya dönmek isteyen...
Kilolu değildir. Saçları düz, yüzü kemiklidir. Dişi olduğunu söylemedim ama gerek var mıydı? Büyük ihtimalle siyah ya da koyu kahverengidir saçları. Teni esmer ya da beyaz olabilir.

Bi ton sıkıntısı vardır. Dertli bi geçmişi vardır. Belki muhafazakar bir ailede büyümüştür ama sonradan ateist olmuştur, belki bekaretini erken yaşta kendi kendine yok etmiştir, belki tecavüze uğramıştır, belki lezbiyendir, belki gayrimeşru çocuğu vardır, belki siyasi suçludur, hapistedir... Belki derdi çoktur hangisine yansın?

Tutunamayan değildir.

İsyancıdır, bedeniyle de isyan eder ruhuyla da. Karanlıktır hikayesi, yağmurlu bir gecede geçer ya da yağmur yağmak üzere olan güneşli bir günde. Yağmur'un hikayesinin mutlu sonla bitmesi imkansızdır, O'na en büyük kötülüğü etmiş olurum öyle biterse.

Ah be Yağmur.. Bi yazabilseydim seni. Ne zaman yazmaya başladıysam, utandım bu kadar dertli olmandan, bıraktım. İçinde biraz da olsa güneş barındırmayan karanlık hikayeler anlatmak, günahtır... diye mi düşündüm kimbilir...

Sonra fark ettim ki, daha biçok hikayenin başkahramanıymış Yağmur. Aramıza diğer hikayeler girdi. Yazma çabasını bıraktım, okumaya çalıştım. Kıskanarak okudum başka yağmurları. Benim karakterimi çalmışlar gibi.

----
Belki bi gün yine doğar Yağmur, belki O'nun yerine bi başkası doğar. Arada sırada güneşin doğduğu bir hikaye yaratana, yazmak için kusmaya ihtiyaç duymayana kadar, beklemedeyim.

Bucket List'imde ilk sırada onlardan birini doğurmak var. Ölmeden önce yazabilsem bi şey...

Neden bu istek bilmiyorum. Ne fark eder ki bi kitabım olsa ya da olmasa... Okumak-yazmaktan başka hiçbir eyleme bu kadar yakın hissetmiyorum ya kendimi, hiç olmazsa bu yolda bi adım ilerlemiş olayım diye sanırım. Bi "şey" becermiş olmak için.

Lakin şu da var: Başka ne yaparsam yapayım, derli toplu okunası bir şey sunmazsam hayata, hep koca bi boşluk olacak.

O zamana kadar, daha fazla okumak gerek.

Görüşmek üzere Yağmur! (Yağmur el sallamaz, başıyla hafifçe selam verir. Büyüyeceksin, der gibi sert ama şefkatli bakar arkamdan.)

20 Aralık 2012

21 ARALIIIIIIIIIIIIIIIK!!!

dinle bunu: http://www.buyukevablukada.com/index.html

Bilgisizlik insanı paranoyak yapıyor.

İçimde endişeciklerle yaşamaya çalışıyorum.
hava kötü. 21aralık geliyor. hava kötü olmasa zerre kadar umrumda olmazdı 21 aralık, güler geçerdim.ama şimdi felaketler ardarda geliyor gibi sanki.

misal. bütün gün evdeydim. üşüyorum. ellerim üşüyor, renk değiştirmeye başladı. morumsu. bi ara çoraplarımı çıkarmıştım kıyafetimi değiştirmek için. evde niye kıyafet değiştiriyorum ki, orası da bana kalsın canım özel hayat. birazcık zaman geçti, azıcık, bi baktım ayaklarım renk değiştiriyor!

hemen giydim yünlü çorapları.
kombiyi ikinci dereceye getirdim.
tuvaletin camını kapattım. daha napabilirm ki daha sıcak bi ev için. elektrik sobası falan çok yakar. daha fazla, kat kat giy, arada bi kalk hareket et, yeter.

sonra internette haberler, tivitler. istanbul da hayat durmuşlar. sonra abim 5 gibi işten geldi, 1buçuk gibi (öğlen) gitmişti halbuki. meğersem hiç ilerlememiş trafik. bugün iznini kullanacakmış. vazgeçmiş gitmekten.

aman dedim iş ciddi.
tuvalette bi baktım su azalmış. sıcak su hiç akmıyor. soğuk su azalmış baya bi. iki kova doldurdum.
borulardaki sular mı donuyo ne, diye panik yaptım.

aklıma revolution geldi, hani şu elektriklerin birden kesildiği amerikanya dizisi var ya. telefonu şarja taktım.
-bu sırada büyükevablukadanın albümü çııyormuş, sitelerinden dinliyorum tüm şarkıları, eskiden de dinliyordum ne farkı var ki, neyse. kafa bi dünya gidip geliyor tabi, ondan kesik kesik yazıyorum. sanki zorla yazdırıyorlar. bitse de gitsek diyorum. neden illa -yorum lu yazıyorum şu fiilleri. tamam bitti. artık böyle yazıcam.-

acayip çişim var ama hayır önce yazı bitcek. arkamdan ağlar yoksa.

ne demiştim.
he sona iskinin sitesine baktım, elektrik kesintii olmuş havadan dolayı, su kesiliyomuş, bu gece sorun bitermiş.(aynı dizideki gibi bak). su saatleriniz dışardaysa soğuktan koruyacak şekilde bi şeyle kaplayın diodu. abime söyledim, sallamadı. yarın hava aydınlanınca yapıcam. aklım orda kaldı.

sona igdaşa baktım. hava kötü ya bacalar iyi çekmeyebilr, kontrol ettirin diyo. abime dedim, güldü. kombili bizim ev, baca derdi olmz dedi. kombinin yanına gittik, çalışma prensibini anlattı. kombide sensör varmış, gaz kaçağı olunca aşırı karbondioksit çalışmasını engellermiş, kombi kapanırmış . rahatladım mı, tam değil. benim elimde değil ya, vanasını kapatıveremiyorum ya. kombiyi ben yapmadım ya, makine lan altı üstü ne güvenicem ben ona. tamam biz de termodinamik falan gördük ama, düzenli kontrol edilmeyen, kalibrasyonu yapılmayan makineye güvenmem ben. vaillant olsa o da güvenmezdi bence. neyse mecburum tabi.

sonra yemeksepetinde çoğu yemekçinin kapalı olduğunu öğrendim. lan dedim. ya yiyecek bi şey bulamazsak günlerce, fırın çalışmazsa, marketler çalışmazsa. saniyelik de olsa geldi bunlar aklıma, bizde yalan yok. ekmek bitebilir, yerine geçecek nelerimiz var, patates, bisküvi. tamam, bikaç gün idare eder.

mum yok bi de, yarın mum alayım.

bu kadar. başka yapacak bi şeyim çok sanırım. şu sıralar su iyice kesildi sayılır.

21 aralık neymiş diye baktım ilk kez internetten. sonra üşendim kurcalamaya.
bi felaket olur da ölmezsek diye korkuyorum. ölsek ölüp gitcez o problem değil de, savaş gibi bi şey olursa hani.

işte hep bilmediğimden oluyor bu. 21 aralık da, kombi de, az buçuk, yani bikaç sayfa yazabilecek kadar bilgim olsa, sorun olmıcak da.neyse. şimdi ben gideyim kitabımı okuyayım.

bu gece son gecemizdir belki, belli molur düşümülkemvarolmayanımülkem.
gözlerinden öperler.




14 Aralık 2012

SEVMEKLE BAŞLAYACAK HER ŞEY

o değil de sevmek üzerine hiçbi şey dememimişim onu fark ettim
kurallara ne kadar bağlıymışım dilbilgiis kurallarına bile
dahi anlamındaki de ayrı yazılırmış her şey deki şey ayrı yazılırmış
noktalar virgüller yerli yerinde olmalıymış
söylerken hiçbi şey derken yazarken hiçbir şey mi yoksa hiçbi şey mi yazsam diye arada kalıyormuşum
yormuşum demek mesela kalıomuşum diyebilmek varken kendimi kası yor muşum
mesela kelimelerin ayrılması da
kelimeler doğru yerlerinden ayrılsalar nolurmuş ayrılmasalar nolurmuş
okunma derdim var
okuyanın çok umrunda sanki
kurallar.kendimle başbaşa oldugumu düşündüğüm anlarda bile.izlendiğimi düşünüp kurallar yaratıyorum.
kimse beni yanlış anlamasın diye bu kadar çaba göstermek neden?

o değil de, sevmek diyecektim aslında.dünya yine etrafımda döndü birden bi dilbilgisi tavrıyla.
ben seviyorum blog. çok seviyorum be.niye seviyorum bilmem.eskiden emindim sevgisinden.o bi insan. şimdi, sevdikçe, ya benm kadar sevmezse beni diye korkar oldum.kızların başına gelirmiş hep, arkadaşlarımdan duydum bikaç hikaye. önce oğlan severmiş kızı ayartmaya çalışırmış. o kadar iyi olurmuş ki kız severmiş, bu kez de oğlan sevmezmiş.
hep bi yarış hep birinin daha çok bi şey yapması
bi şey yapmalı hey bi şey yapmalı demiş atalarımız.
hayır.sevmekte bi şey yapmaya gerek yok. o kendisi oluyor. ol deyince oluyor.kim diyor. bilmiyoruz.bi o seviyor bi ben bi o bi ben. yapraklar bitinceye kadar.bitmesin istiyorum. o da ister mi.istiyorum diyor. ama gerçek mi. yoksa alıştığı için mi. ah ben bi dişiyim.çok fena dişiyim hem de. neden geçiyor aklımdan bunlar.

hani bi an vardır. sarılırsın. sevmiş mi sevmemiş mi umursamazsın. rüyaya dalmadan önce. sarhoş gibi, aklın tam yerinde değilken,biraz ne dediğini bilmezken. işte o an. sonsuza kadar sürse. güvenli sıcak.battaniyenin altı gibi.

10 Aralık 2012

BUGÜN FARK ETTİM Kİ,

Bugün fark ettim ki:

1. sabah nasıl uyandığım, hayata bakış açımı az da olsa etkiliyor. bir haftadır evde annem var. ablam ve abim işe gittiğinde, en geç 9.30 da gelip hadi kalkmıcan mı diye konusmaya, radyoyu açmaya başlıyor. geçici olduğunu, 1-2 haftaya gideceğini bildiğim için kızmıyorum da. kalkıyorum, "eveet bugun napıyoruz diye düşünüyorum. okumam gerekenler, izlemem gerekenler listeleniyor kafamda, hemen girişiyorum.

ama uyandığımda evde kimse yoksa, abimle ablamın işe gittiğini fark ediyorum ve evde işsiz güçsüz yaan kişi olmak sonsuz bir kedere sürükler. tuvalete girip çıkıp, geri yatarım. okumak, izlemek, öğrenmek anlamsızdır.

biriyle birlikte yaşamak çok da değiştirmiyor yani insanı. kimle yaşadığıma bağlı.

2. hasta olduğum için mi çıkmıyorum dışarı, yoksa çıkmamak için hastalığı bahane mi ediyorum?

YARATICI KABUSLAR: VOLUME 2


şeytanlı olan kadar yaratıcı olmasa da bu gece yine yaratıcı rüyalar gördüm. hemmen paylaşayım ki bilimkurgu/fantastik edebiyata ilham vererek katkıda bulunma ihtimalimi değerlendireyim:

tabi ki de hava grimsi, bulutlu. bir lisedeyim ama rüya dışı hayatımın, yani yüksek lisans öğrencisi olduğumun bilincindeyim. neden lisede ders gördüğümüze, neden mavi önlük giydiğimize anlam veremiyorum. gerçekte de liseden tanıdığım arkadaşlarım da var aynı sınıfta. kendimi onlardan büyük gibi hissediyorum. kendimi uzaylı gibi hissediyorum hatta. master öğrencisinin önlük giyme zorunluluğunun ne kadar saçma olduğunu söylüyorum, liseli arkadaşlarım bunu daha önce hiç fark etmemiş, evet diyorlar, isyan edelim diyorlar, gaza geliyorlar, hocalara söyleyelim diyorlar.

derste şu anki (rüya dışındaki) master hocalarımdan en sevmediğim de var (adamın karakterini tanımıyorum şimdilik, dersi anlatamadığı, sesi çıkmadığı, konuyu dağıttığı için sevmiyorum). herkes öfflüyor püfflüyor, o hocanın dersi olduğu için. hoca sınıfa geliyor, sevilmediğini biliyor. acımasız bakışlarla bizi süzüyor ve ilginç bi şey yapıyor (öncesinde neden bunu yaptığını ders konusuna bağlayarak açıklıyor, ama nasıl bağladığını hiç hatırlamıyorum. O zaman da anlamamıştım sanırım ki anlamayıp anlamış gibi görünmenin verdiği suçluluk duygusu ağır basmıştı).

bir kadın ve adam, tekerlekli, büyük bir servis masasını sınıfa sürüyorlar. üzerinde epey fazla çeşitte yemek var. kadın servis yapmaya başlıyor. sonsuz bir kendine güven var duruşunda, tüm bu garipliklerin farkındayım ve her şey kontrolum altında, der gibi. herkese belli bir menü ve menünün içeriğinin yazdığı ufak bir kağıt veriyor.

garip ama alımlı , karman çorman bi şeyler geliyor bana. kadın yanıma oturuyor. en arkada ve tek oturuyormuşum sırada çünkü, ezikliğe gel.kadın da yiyor kendi yemeğini. hoca bu sırada bi şeyler anlatıyor, hiç anlamıyorum. kadın parasını veriyor hocaya, 6tl, emin olamıyorum. adam zorla yemek yedirdi, bi de parasını mı vercez bunların diye şaşırıyorum...

---

2. bölüm:
liseden yakın arkadaşlarımdan t.nin evine gidiyorum, oradan geçiyormuşum, uğramak için ve dert yanmak için (derdim ne bilmiyorum). beni kapıda görünce memnun olmuyor, zoraki gülümsüyor. eve buyur ediyor. sen geç otur, azcık işim var, gelirim birazdan diyor. uzuuuun uzun bekliyorum gelmiyor. evde annesiyle karşılaşıyoruz. o da zoraki hoşgeldin diyor. lan diyorum niye bu kadar nefret ediyor bunlar benden.

birkaç arkadaşı geliyor. dışarı çıkacaklarmış, çıkıyoruz. kendimi dış kapının mandalı gibi hissediyorum. biraz dolaşmak için, anlamak için ayrılıyorum yanlarından. ilerde bi fabrika görüyorum: bok kokusu geliyor. insan yo ortalıkta, giriyorum içeri.

bir sürü boruların olduğu, yeşil/kahverengi sıvıların şeffaf borulardan geçtiği, arada sızmalar sebebiyle bariz bok kokusunun yayıldığı bir yer. Bir şekilde anlıyorum ki burası o bölgeden hava ya da su ya da bi çeşit kurbağa toplayıp, onun içine karışmış boku ayırıp temizleyip şehre geri salıyorrmuş. ama havaya karışmış bok? ve burası gizli bir fabrikaymış. yasak bölgeye girmiş gazeteci gibi dedektif gibi hissediyorum. ama birden ortalık titremeye başlıyor. kaçıyorum. aşırı pislikten borular patlıyor. daha ağır bir koku yayılıyor.

şimdi bu distopik gelecek değilse nedir? havada bok parçacıklarının olduğu dünya. belki çöpleri götürüp uzaya bırakmışız zamanında ve başka bi gezegende hayat keşfetmişiz ve zamanla orayı da o kadar kirletmişiz ki, dünyadan gönderdiğimiz boklarla fln birleşip boktan patlamış her şey.

aceleyle t. ve kankilerinin yanına dönüyorum. t.ye, gelsene bi senle bi şey konusup gidicem, diyorum. kızarıp bozarıyor. sen bana niye kızgınsın diyorum, çat kapı geldiğimi, arkadaşlarının yanında rezil ettiğimi falan söylüyor. müsait değilim deseydin girmezdim içeri diyorum. başka bi şey var gibi, sen iyi misin? diyorum. gözleri doluyor ve derdini anlatmaya başlıyor. o zaman tanıdığım, samimi t.yi görüyorum karşımda. hem tekrar samimi arkadaş yerine koyulduğum için seviniyorum, hem de bu kadar gizlemek zorunda kaldığı bir derdi olduğu için üzülüyorum. ne anlattığını hatırlamıyorum (uyanınca merak ettim, neydi derdi acaba diye, saçma ama, bi arayacağım).

distopik filmlerde huzursuz, karanlık şehirdeki mutsuzluğunu gizleyen insan karakteri idi t. onu oyalayan ama gerçekten samimi olmayan arkadaşları ve ailesi sarmıştı çevresini. ve ben tabi ki kahramandım, o çağa uyum sağlamayan, garipliklerin garip olduğunu haykıran kişiydim. uu yeah. kendimi sürekli ölecek gibi, dışlanmış hissetsem de, gerçekleri gördüğüm için kendimle gurur duyuyordum.

ilahi bilinçaltım diyor, gözlerinden öpüyorum. yeni kabuslarda görüşmek üzere.

7 Aralık 2012

İNSAN NE İLE ÖLÜR?

Ölmek istiyorum.

Evet ben, 24 yaşında, mühendis diploması sahibi, master öğrencisi, işsiz, çok çirkin sayılmayan bi kız (kız mıdır kadın mıdır, tayyip merak ederdi duysaydı), bekar, küçüklüğünden beri çok roman okuyan, romantik değil ama adalete kafayı fazla takmış kişi. Ben, seven, sevilen, ailesi olan, ailesini her şeye rağmen seven, ama her şeye rağmen onların kendisini seveceğinden emin olamayan ben... Aşık olan ben.Yani ancak ütopyalarda mutlu olabilen, yani fazla yağmur yağdığında sokakta yatan yarı-delileri düşünüp üzülen, sonra 2 dakikalık üzüntü sebebiyle kendinden utanan ben..

Lafı hep fazla uzatan ben, ölmek istiyorum.

Ve benim bu halde olmamın temel sebebinin vahşi, çıkarcı dünyaya uyum sağlayamamam olduğundan eminim.

Onun sebebinin de ailemin ve romanların fazla erdemli büyümeme sebep olmaları olduğundan eminim.

Doğrudan paraya dönüşen bir şey üretemediğim için, yavaş yavaş tüketiyor hayat beni. Borç alıyorum. Utanıyorum, böyle bir insan olduğum için kendimden nefret ediyorum. Ve bilinçli olarak, zaman zaman kısa süreli olarak "inadına yaşamak" gazına gelsem de, ölmek istiyorum. Hiç cinnet hali ya da aşırı depresyon gibi bi şey geçirmedim (sanırım). Sadece mütemadiyen ölmek istiyorum.

Kendime iyi bir senaryo yazamıyorum. Kendimi idare edecek kadar para kazandığım bir gelecek hayal edemiyorum. Hayal kurmayı sanırım üniversite başında bıraktım.

Tembel olmadığımdan eminim bu arada, rahat, bohem, "hayat ne kada da anlamsız, bi ot yaksana ordan, uçalım burdan" (jargon bu mudur bilmiyorum ki) yaşam tarzı değil benimki.

Beni sevenler var. Zamanla uzaklaşacak hepsi, biliyorum. İndiğim kuyuya onları da yanımda çektiğimi, beni çıkarmaya güçlerinin yetmediğini görecekler.

Arabesk geliyor kulağa. Çoğunluğa uymadığı için öyle geliyor. Ama olacak olan bu. Öldüğümde hala üzülenlerim olur mu bilmiyorum, ama üzülürlerse, diyebileceğim tek şey, "ben de yaşarken çok üzüldüm, seni üzmemeyi becerebilseydim, emin ol yapardım".

---
Amacım biraz kendimi anlatmaktı tabi, ama asıl söylemek istediğim şu: Benim gibi epey insan var. Gizli saklı, evinden çıkmayan, sürekli iş arayan bulamayan, fikirleri olan, başka da bi şeyi olmayan. Güçsüzler. Uyum sağlayamayanlar. Erken öleceğiz hepimiz.

Kapitalizmin stresi, rekabeti sebebiyle öleceğiz. Becerebilirsek, kendimiz bitireceğiz hikayemizi. Bi kurtarıcımız yoksa hele ki, dua edebildiğimiz kimse yoksa (ki genelde yoktur). Bunu güçlü olanlar hiç anlamayacak. Hayat çok güzel, ne kadar kötü bi şey gelmiş olabilir ki başına, 6. kattan atlayacak kadar.. diyecekler.

Nedense bunu söyleyip, güçlüleri huzursuz etmek istedim. Metroda intihar eden biri hakkındaki soru işaretlerinin hemen kaybolup, yerine seferlerin iptal olması, gidecekleri yere geç kalmaları geliyor ya.. günlük hayat, önemli soruları hep arka taraflara itiyor ya. Ona tepkim bu, sanırım.

İnsanlar intihar ediyorsa bir sebebi vardır. Ve aslında bu, amerika yerlilerinin nasıl zamanla yok olduklarının hikayesine benzer. Güçsüz olanın yok olması. Medeniyetin tüfek, mikrop ve çelik'inin güçsüzleri yok etmesi. Budur.

---
Belki de hiç intihar etmem ve ilerde bi "güçlü" olmayı başarabilirim. Ama böyle bi ruh halinden geçtiğimi hep bilmek, tarihime yazmak istedim, unutmamak için.





5 Aralık 2012

TEDAVİ

kendimi tedavi edicem bu kez. krizi kendim atlatıcam. geliyor yine. panik. işsizim, çalışamıyorum. çalışacak , insan içine karışacak enerjiyi kendimde bulamıyorum paniği. şimdi ona tam olarak girmeden, gece karanlık olmadan, yalnız kalmadan, yanımda annem ablam varken hazır, kendime ölümü yakıştırmaya başlamadan, ağlamadan bu kez çözeceğim. ilk kez yapıyorum. bu kez insanlıktan kaçmaya, derdime bi an önce kavuşmaya çalışmayacağım. 

ne yapacağım o zaman? ağlamadan da olur eminim, herkes öyle yapıyor, bak komşunun kızı nazlıya, hiç ağlıyor mu? biraz fazla ağlıyorum çünkü. bi film izlerken 4-5 kişi izliyoruz diyelim, kimsenin gözleri yaşarmıyor ben tutamıyorum kendimi. bi fazlalık var gözlerde, tuzu dışarı akıtmak gerekiyor belli ki. bu kez çıkamayacaksın moruk. git terimle çık, çişimle çık. gözümden uzak dur!

bugün günlerden ne, çarşamba. yani benkaç yaşındayım? 24. yani benim yaşımdaki insanlar iş güç sahibi, hatta kimisi evlenmiş mi? evet. yakında bunların çocuğu da olur mu? evet. 
ben hala doğru yolda olugumdan emin olmadıgım bi alanda öğrenci miyim? evet. iş arıyor muyum? evet. mühendislik yapabilir miyim? evet.yapabileceğime inanıyor muyum? hayır. başka iş bulabiliyor muyum? hayır. e ben napıcam? ablamdan otlanmaya daha ne kadar devam edicem. ben neden toplumun işine yarayacak bi mal/hizmet üretemez oldum? bu halden nası kurtulıcam?

işte tam bu noktada kriz geliyor. evet, ne demiştim, bu kez getirmicem. 

çünkü neden? şu an 24 yaşındayım. bu yaşta iş güç sahibi olan, evli mutlu çocuklu olanlardan olamadıgım aşikar. olamadıysam olamayacağım da demektir bu. çünkü onlar kadar kendime ait hissedebildiğim bi işim yok. dolayısıyla mutsuz olurum. işim olsa bile evli, yani bir eşe ve eve sahip olmak, ve çocuklu olmak beni onlar kadar mutlu edecek mi? hayır. depresyonun başka bi halini göreceğim o zaman da muhtemelen. 

aslında benim depresyona yakın ruh halimden kurtulmam imkansız gibi geliyor ya neyse, o önemli değil. depresyonla yaşamayı öğrenmeliyim. 

şimdi aynı kulvarlarda yarışmıyorsak, neden kendimi onlarla kıyaslıyorum ki? hadi kıyasla, ne zararı var ki, diyorsun, hayı işte öyle kolay değil. bu geride kalmışlık hisse öldürüyor insanı. kısacası, ben geride kalmıyorum. ben farklı bi şeyler yapıyorum işte. ilerde anlıcaz hepimiz naptıgımı. 

o yüzden canım vatandaşım, sakin ol lütfen. senin bi varolmayanülken var, onu unutunca mutsuz oluyorsun işte. şu paniğinden bi kurtulsan, iş bulacaksın rahatça. çağımızda 24 yaşında olup, senin idealindeki karaktere ulaşan çok az insan var, onlara saygı duy, fakat onlar gibi olmadıgın için kendini bu kadar suçlama artık. 

bu paniği bırak. bırak senle yaşıt, çocuklugunu birlikte geçirdiğin kuzenin evlenmiş ve bi de ev almış olsun. bırak mühendis olsun onlar ya sen busun işte, işine gelirse hacı! ailene yük oldugunu düşünmeyi bırak. şimdi, sakin ol ve o elindeki mendili yavaşça yere bırak. 

şimdi.... woman! go, make you a paper!

aylakyu

15 Kasım 2012

HİKAYECİĞİMSİ


(Zamanın birinde yazmışım, hoşuma gitti şimdi yaptığım tespit):

-----

-Şimdi sen ilerde evlenip çoluk çocuğa karışcaksın ya, hani ben de o zaman dünya ahret bacın olucam ya… işte o zaman bana kalkıp bi kısmet bulmazsın de mi artık? Senin koynuna kolayca girmişim, artık bu kızdan iş çıkmaz, dersin di mi? Doğru söyle.
Adam güler, sarılır, boynundan öper
-Hayır, belki kendime bulurum seni.
-Hadi be.. o kadar da değil. 
-Niye ?
-Aslında olabilir… yatakta seviyorum seni.  Ama yatak dışında alıcı gözle bakmadım sana. 
Adam fırlar yataktan, çıplak, dikilir karşısında.
-Tamam, şimdi bak o zaman, evlenilcek adam değil miyim ben?
Kız güler.
-Hayır, şu halde sapığa benziyorsun. Önünde sallanan bi çıkıntıyla!
-Tamam o zaman…
Havluyu beline dolar.
-Şimdi düşün ki ben plajda içecek alıyorum, sen beni uzaktan görüyorsun. Vurulmaz mıydın?
-Bi düşüneyim… vurulmazdım, ama çok çaresizsem, plajda hep yaşlı teyzeler ve çocuklar varsa, ilgilenirdim, bi şansımı denemek isterdim..
Omuzları çöker, üzülmüş gibi yapar. Yatağa tekrar girip kıza sırtını dönüp cenin pozisyonunda yatar.
-Tamam tamam, kızım olursa alcam seni ona… diye gıdıklamaya çalışır kız.
Gıdıklanmaz. 
Kulağına üfler. Bu sefer huylanır. Gülerek savaşmaya başlarlar. Sonunda sarılarak uyurlar. İkisi de yalnız oldukları gecelerde hiçbi şey düşünmeden hissetmeden uyuyuvermektense, tenine değen ten yüzünden uyuyamamanın iyi olduğunu düşünürler.


Marjinal olma iddiasındaki insanların, birbirlerini bağlamış olma korkusu içinde, duyguları dışa vurmadan, içgüdüleri dışa vurma halidir bu. Zordur. Benimle kal, sana ihtiyacım var, dediğinde, karşındaki hem sevinir, hem de özgürlüğünün elinden alındığını hisseder. Birlikte yaşamak, illa ki evliliği gerektirmez, diye düşünenler, birlikte yaşamayı da bir yerden sonra pranga olarak gördükleri için, kimseyle gerçekten “bir” olamazlar. “bir” olduklarında kavga edildiğini düşünürler. 

1 Kasım 2012

KORKUYORUM

Yüksek lisansa başladım. İşsizim.
Mühendislik mezunuyum. Mühendislik yapacağıma zerre kadar inancım yok. Yaparsam mutlu olmayacağım düşüncesini geçtim, yapabileceğimi de düşünmüyorum artık.

Son işimden aldığım son maaş tükendi. Ailemden borç almaya başladım yine.
Onur kırıcı.
Bilimsel hazırlık öğrencisi olduğum için burs bulamıyorum.
Yarı zamanlı iş bulmam gerekiyor, bulamıyorum.
Elbet garsonluk gibi ya da ajans işleri gibi günübirlik işler yapabilirim. Lakin son işim kitapçıda satış yapmaktı. Diplomanın altında iş yapmanın kişiyi nasıl mutsuz ettiğini gördüm. Hemen tekrar dayanabileceğimi sanmıyorum.
---
Sonuç:
Daha öfkeli, daha sabırsızım. Hem iş arama konusunda, hem yüksek lisans konusunda, hem özel hayat (arkadaşlar vs) konusunda.

Toplumu anlamak için eğitim alırken, toplumun bir parçası olup iş bulamamak çelişkisi. Toplumun çalışan kesimini inceleme hayali kurarken bi türlü onlara dahil olamama ikilemi.

2 aydır düşündüğüm bu.
---
Şimdi ben bu blogu cv me ekleyebilirdim belki. İşverenin beni cidden tanımak istediğine inansaydım. Beni daha iyi anlatamaz hiç bi cv çünkü. Ama onları takım çalışmasına yatkın, insan ilişkilerinde başarılı, esnek çalışma saatlerine uyum gösterebilir biri olduğuma inandırmam yeterli. bunun için birkaç kulüp çalışması, bir de özgüven dolu konuşma yapmam yeterli olurdu. "Kendini nasıl daha iyi pazarlarsın?" konulu kariyer.net yazılarını rehber edinmem yeterli olurdu.

Ama ben pazarlamacılık bölümünde iş aramıyorum ki?

--
Geleceğimden korkuyorum sevgili ülkem.

17 Eylül 2012

ANADOLU KAVAĞI

sevgili blog. uzun aradan sonra yine birazcık gezdim gördüm, yazıyorum.

ANADOLU KAVAĞI

Ada gibi bi yer. sanki şehre kıyısı yokmuş gibi. istanbul'a ait değilmiş gibi. vapurla gidince bi de..

haftaiçi sabah erken saatte vapurdan indik. yabancı turistler ve gezmeye çıkmış evhanımı teyzeler vardı vapurda daha çok.iş saati değildi.

olabildiğince ucuza kahvaltı bulmaya çalıştık. iskelenin solunda (vapurdan inince solda) lavazza vardı. daha önce kadıköydeki lavazzalı bi mekanda 12.50 tl ye güzel bi kahvaltı tabağı almıştım, belki ücret standarttır, burda da aynıdır diye ümit ettim, girdik. değilmiş tabi. 20tl ye daha boş bi kahvaltı tabağı ama hiç olmazsa sınırsız çay, kedi sevgisi ve güleryüz aldık. mekandaki abinin ismini öğrenmedim (bak gördün mü ayıp oldu adama), ama gezilecek yerler ve muhit hakkında bilgi verdi epey. ondan aldıklarımı sana satıcam şimdi sevgili blog.

vapur saatleri dışında hiçbir bilgi edinmeden gittik Kavak'a. (İstinye'den hareket eden Şehir Hatları'nın Kavak vapuru). bence daha iyi oldu, insanlarla muhabbet ettim, mecburen sosyal oldum, tatil havasına girdim biraz daha.

Yoros Kalesi varmış meğer burada.Kaleye giderken ada sokakları gibi olan tatil sokaklarından geçtik. satılık olan üç beş ev vardı, gözümüz kaldı hepsinde. (evet, hayallere de daldık. altı dükkan, üstü ev, komple satılık olan müstakil evi alsam misal, dükkanı kitapçı yapsam iyi olurdu bence. çünkü hiç kitapçı göremedim. sormadım da kimseye, belki vardır.)

Spor yapmam gerekmiş meğer. Nefes nefese kaldım çıkarken. Ablam grip olmasına rağmen benim kadar tıkanmadı. Yol çok uzun değil, korkutmayayım. Askeri lojmanlar var çıkarken sağlı sollu. aşağıdayken iyi bir tarif alıp yola çıkmak gerek, çünkü yolda ok işaretleri çok yok ve insan görüp sorma ihtimaliniz çok yüksek değil, dükkan yok fazla. (hemen ikinci çoğul şahsa geçtim).

bir kısa bir uzun yol varmış kaleye çıkmak için. kime sorduysak kısa yolu tarif etti sağolsunlar, ama uzun yolu merak ediyorum hala.

neyse efenim kale sınırları dahilinde Karadeniz ve Boğaz manzarasını gören yerlerde kafeler var. Umumi tuvalet var, ücretli (1TL). Yemek fiyatları sahildekinden çok farklı değil, kalede manzaraya karşı yemeniz daha iyi olabilir. Balık ürünleri, döner, omlet, alkol, ne ararsanız var denilebilir. Ortam ve müzikler de uygun, Serdar Ortaç filan çalmıyor. Çocuk parkı var, kafelere ait.

Aşağıda yemek yediğimiz için burda hiç oturmadık, hizmet nasıldır, bilemiyorum.

Biraz daha taş/toprak merdivenli patikalardan tırmanarak en tepeye çıktık. Kale duvarları ve bir metal kapı. Kapının ufak bir penceresi var, açılmıyor. Neyse dedik dıaşrdan ilerledik, arka tarafta bir kapı daha. iki yabancı turist eşliğinde bir amca kapıyı yumrukluyor. sonunda görevli (bekçi) kapıyı açtı.

Meğer İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü burada Ağustos-Temmuz aylarında kazı çalışması yapıyormuş.  çalışmalar tamamlanmadığı için henüz ziyarete açık değilmiş. ama biz girebildik içeri. neden? bekçi bir taktik geliştirmiş, insanlara bakıp cidden ziyarete gelenleri yani ayyaş, hapçı, serseri olmayanları içeri alıyormuş. bu gidişle daha uzuuuun süre açılmazmış zaten, yılda iki ay çalışmayla biter miymiş:) samimiyetle anlattı, sevdim adamı.

bolca köpek var tepede, korkanlara uyarı. mangallı piknik yapan bir aile vardı. yasak mı değil mi bilmiyorum.

---
kaleden inerken bir çınar ağacının altına oturduk, sanırım özel mülktü ama çitler yıkılmış zaten. manzaraya karşı sadece oturduk, zarar vermedik ki.
böyle yerler hep yalnız gelme isteği uyandırıyor insanda.

---
kaleden inince biraz daha dolanıp waffle yeyip çay içip, Lavazza'daki abiyle ayaküstü muhabbet ettik. Üçüncü köprüden yeşilliğin yok olmasından şikayetçiler. (Yoros Kalesi'nden de köprü için kesilen orman alanları görünüyor). Kaleye çıkarken İstanbul'da askeriyeye bu kadar geniş arazi verilmesinin garip olduğunu düşünmüştüm. Hep güzel, merkezi yerlerdi ve askeriye bunları aslında kullanmıyordu (Bkz: Maslak). Ama Lavazzacı abinin de dediği gibi, aslında iyi oluyor. Arazi askeriyede olunca devlet ihaleye açamıyor, o güzel yerler boş kalıyor, yerleşime açılmıyor, ormanlar mecburen yaşıyor. Mantıksız ama pratikte böyle bir faydası var işte. Yoros'tan bakınca en iyi anladığım şey buydu. Bekçi amca askeriyeye ait alanları göstermişti parmağının ucuyla "ta şurdan taaaaa oraya kadar" diye. Hepsi yemyeşildi.

----
Kalacak yer ne yazık ki Kavak'ta yokmuş. Pansiyon ya da otel yok. Şikayet ettim Lavazza'cı abiye. İstanbul'da yaşadığımı ama haftasonu böyle bir yerde kalmak istediğimi söyledim, anlamadı beni, nasıl anlasın, ömrünü hep orda geçirmiş.

15A otobüsüyle ayrıldık. Sanırım ordan kalkan tek otobüs bu, ama 20 dk da bir kalkıyor.

NOTLAR:
- vapurla ya da otobüsle gidilebilir.
- yemek çok ucuz değil. Klasik turistik yer fiyatı. Marketten bi şeyler alıp kaleye çıkınca da yiyebilirsiniz.
- sahil kenarında banklara oturulabilecek çok yer yok. Kafeler sıralanmış kıyıya.
- çarşısı İskele çevresinden ibaret, küçük.
- kalacak yer yok.
- kedi köpek dolu sokaklar.
- sokakta yatan insan görmedim
- kitapçı görmedim
- yoros kalesi'ne çıkılmalı
- huzur bulmak için tek başına da gidilebilir.
- kahvaltı içi çok seçenek yok, daha çok balıkçı var.

7 Eylül 2012

İŞSİZ VATANDAŞIN ŞİKAYETİ

geçen sene de eylül ayında işsizdim sanırım. çok da önemli değil zamanı.

bir hafta önce bıraktım avm deki işi.
bir haftadır geçen gün evlenen arkadaşımın kedilerine bakıyordum. her gün birkaç saatimi buna ayırdığımdan mıdır nedir, artık işsiz olduğumun ancak bugün farkına vardım.

evdeyim, boşum, yapacak bir sürü şeyim var. kitabın filmin dibine vurmak gibi.. ama her zamanki gibi, olmuyor.
her boş insan gibi kendimi son derece BOŞ hissediyorum.
içimde yok edemediğim gri bi yumru var, bağrıma gelip oturmuş.
zaman geçiyor ve ben hep yerimde sayıyorum paniği..
herkes yaşıyor ben sadece soluk alıp veriyorum hissi..
yeni iş bulamama korkusu..
bulsam bile yine mutlu olamama korkusu..
ailemden para istemek zorunda kalma korkusu..

halbuki mühendislik mezunu olarak sosyoloji yükseği yapacağım. sevinmeliyim değ mi?önemli bir şey yapmışım gibi duruyor, mühendislikle sosyolojiyi aynı cümle içinde kullanınca.

neden hep yaptıklarım yetmiyor yetemiyor?
ne zaman mutlu olacağımı, ne zaman depresif olacağımı kestirebiliyorum. kendimi o kadarcık da olsa tanımışım, iyi. bi de yaklaşmakta olan mutsuzluğun önünü almayı öğrenirsem harika olacak.

29 Ağustos 2012

huzur gibi

kahve eşliğinde ışık alan bi odada bira.fm dinlemek.

bugün bi arkadasım evleniyor (bugun evlenmiyor, yemek yicez, olsun bence bugün evleniyor). aman da yaş kaç olmuş o kadar büyümüş müyüz, aman da tüh evde kaldım değil. düğünsüz göbek atmasız evleniyor. korkunç gelin topuzu olmadan. düğün salonlarına bi sürü para vermeden evleniyor. gurur duyacağım bu işin altından kafayı yemeden kalkabilirse. düğün piyasası ondan nefret ediyor ama olsun. ben seviyorum, bu sevgi ona yeter bence. ben önemli bi insanım sonuçta.

bu arada, yüksek lisansa kabul aldım. panik içindeyim, çaktırma. iş bulmak/burs bulmak..bu arada dersleri becermek...

olur bi şekilde. huzur da olsun yeter.

selametle

18 Ağustos 2012

hayatım olmuş işler güçler..

sonunda bu adımı attım: facebook hesabımı kapattım. facebook isteiğişmi duyunca bak bütün bilgilerini kaybedeceksin, bak emin misin sonra yeni hesap açsan da bulamazsın... diye tehditler savurdu. kesin kararlı olduğumu görünce yavşadı hemen, 14 gün için donduracakmış, hiç girmezsem kapatacakmış. niye açık kapı bırakıyorsa , göt.

ne lanet bi dönemde yaşıyoruz. parazitlere bi bulaştın mı kurtulmak çok zor. kimisi hiç bulaşmadan yapışıyor, telefona gelen bok gibi reklam mesajlarından hangi birini nereye şikayet edeyim, bilemiyorum mesela.

face koydugum, sevdiğim yazıları kaydettim sadece. ne samimi yazmışım. ne gerek var ki. olur olmaz bi sürü insana içini o derece açmaya  ne gerek var. niye o kadar içli dışlı olmuşum ki. saf vatandaş.

yazmak istiyorum blog. kusmak istiyorum.

yukardan aşağıya bakınca her şey aynı seviyede görünüyor. aşağıda olmak çok da büyük dert değilmiş gbi geliyor. aşağdakiler de benim canım ciğerim yahu! diye saçmalayabiliyor insan.

ama aşağıda olunca öyle olmuyor be hacı. (edebiyatseverim ben, şu cümlelerin rezilliğine bak.. konuşma dilinden çıkamayan edebiyatsever sadece sever işte kendi halinde. edebiyat filan da kalmadı hayatımda, edebiyat lafı çok dolandırıyor, ben de ise her şey acele... bana betimleme, derdin neyse söyle. son zamanlarda böyle.)

işler güçleri izliyorum arada. niye seviyorum bilmem. beceriksizliklerini kendime benzetiyorum muhtemelen. sürekli bi işler için çabalayıp sonunda rezil olmalarını..
benzemiyoruz bile. adamlar bilmem kaç bölüm dizide oynamış, film çekmiş..ben ne yaptım , kaç filmim var şu güne kadar. film orda ölçü birimi, sabit,

bi başarısızlığın daha sonuna geldik diye programı kapatasım geliyor çok sevgili avm kitapçılığı işimden de ayrılırken. bi sonraki iş ne olacak bakalım... ya da bi hoca bende benim göremediğim bi ışık görür de yükseğe alırsa, o makaleleri okurken içeceğim kahvenin parasını nerden bulacağım bakalım.

hayatın temel ihtiyaçlarını gidermek için para kazanmaya ve bunu olabildiğince huzurlu yapmaya çabalamak dışında da bi işlevi olmalı. bunu başkalarından duymaktan çoooooooooooooooooooooooooooooooooooook sıkıldım, kendim ne zaman deneyimleyeceğim acaba.

--
kağıttan kopardı şu lanet bilgisayar ekranı beni. yazamıyorum. kalemi elime alınca bu boktan konuşma cümleleri bile gelmiyor aklıma. yazım da daha da çirkinleşti. nokta ve virgül dışında noktalama işareti de yok artık.
---
kendine ait bir oda'yı okumamı öğütledi mülakata girdiğim bir hocam. adamcağız bi baba edasıyla "master yapma demiyorum, yine yap, ama önce paranı kazan" dedi. sevgili avm de kazandığım cüz i miktardaki paramın bi kısmını kitaba yatırdım. muhtemelen o devasa mağazaya geliş fiyatının iki katını ödedim.

iyi geceler sevgili blog ,biraz insan edebiyatı görüp yatayım.


16 Temmuz 2012

KAYA

çok kötüyüm be blog. istanbul üni'nden red cevabı aldım. antropoloji mezunu olmayanlar başvuramıyormuş yükseğe. daha önce bölüm dışından basvuranlar yalancıktaan başvurduğu için, derslere hiç gitmediği için, mezun olmadığı için bir iki senedir böyleymiş durum.

omuzlarım çöktü hemen.
bi de hocaların yolladıgım mailleri hiç sallamadıgını fark ettim gidince. ismimi biliyorlar, maili okumuşlar, cevap vermemişler. neden? neden çatlattınız beni? ayağınıza kadar geldim de ne değişti? oturtup derdimi düzgünce anlattırmadınız bile. ayıp değil mi, hiyerarşinizin keyfini sürmek mi istediniz..

neyse..
napıcam ben şimdi.
diğerlerine başvururum. -ler dediğime bakma, çok fazla seçenek yok.
ama çok yorgunum.

zorunluluk.
para kazanmak+kariyer edinmek.
son yıllarda dünyamı çirkinleştiren hayattan soğutan işte bu iki zorunluluk.
zor.

13 Temmuz 2012

MAKAS ALDIM

Geçen günlerde iyi bikaç şey yaptım.
Sinemada "Peki Şimdi Nereye?"yi seyrettim.
Bi çocuğa Eyfel Kulesi'nin Paris'te, Paris'in de Fransa'da olduğunu, bu yüzden Eyfel Kulesi'nin de Fransa'da olduğunu söyledim.
çok fazla mesai yaptım, çok asık suratlı davranmadım insanlara.
Jeremy James'in Maceraları'nın birini bitirdim.
Ekşifest'e gittim, Büyük Ev Ablukada'yı bi daha ve Bedük'ten de Şantel'den de çok sevdim.
İşler Güçler dizisini sevdim.
bi müşteriden hafızam hakkında övgü aldım.
daha ne olsun
öperim gözümden, iyi uykular..

SAKİN

ekranım biraz yamuk.
kafam da öyle nasılsa, önemsiz
sakinim be
terden olsa gerek
nokta koymaya alışmış elim
boşluk bırakmayı özlemişim cümle sonlarında

şimdi ben böyle satırları alt alta yazınca şiir yazmış mı  kabul edileceğim?
her önüne gelen şairim diyor, diye konuşacaklar mı arkamdan?
konuşmasınlar
keskin fikirler beyanından sıkıldım sadece

noktasız cümlenin en anlaşılır ve güzel hali bu
satırlar alt alta, güzel böyle.

--
arada bi kötüyüm yine. (sıkıntıları hatırlayınca noktaya gitti elim)
tamam dur, geçti
bu gece dert yok yavrum
sakince uyuyacaksın
bak bi adam var
sen üzülünce üzülen,
ama derdini söylemezsen de üzülen
öyle bi değişik işte..
aa gözlerin yaşarmasın şimdi ne gerek var
sakin bi yaz akşamı gibi, sanki deniz kenarında sakin bi kasabada gibi, curcunasız, emekliler zamanı gibi
insan az gibi
hafif rüzgarlı gibi
yanında bi o adam var
başka kimse yok gibi
meyve toplamak dışında düşüncen yok gibi

sakin ol,
bu gece öyle ol
yarını siktiret
"sevgilim" de, bitsin dünyanın boku

2 Temmuz 2012

AVM


burası ayrı bi dünya. kendimi bildim bileli avm lere karşıyım. neden karşı olduğumu içinde yaşadıkça anlıyorum. çok sevgili bi arkadaşım var, benim gibi antikapitalist ama ne idüğü belirsiz, dünyayı kurtarabileceğine -bi zamanlar- inanmış birine katlanırken, kapitalist kapitalist eğitim alıyordu. arada kavga ederdik, o sakin sakin konuşurken ben acayip sinirlenirdim. (mimiklerimi sinirimi kontrol etmem gerektiğini fark ettim sayesinde. edebiliyor muyum? sanmam..olsun.)

bi ara yine böyle sakin sakin konuşurken, "niye karşısın avm lere, insanların aradığını daha kolay bulmasını saglayan binalar işte, hayat hızlanıyor, bi yerde yemeğini yeyip bi yerden telefon, bi yerden kıyafet alabilmek istiyor insanlar, ne var bunda? çok sevdiğin eski pasajlar da bi nevi avm değil mi?" demişti. o zaman bi şeyler salladım. ama cevapla kendimi bile tatmin etmedim. 

toptan kapitalizmden nefret ediyorum, neyini faydalı bulabilirim ki avm nin? Neyse. 

buraya gelen bikaç çeşit insan var. Size onları anlatacağım:

ZENGİNLER:
arada bir gelirler avm ye. alışveriş yapıp çantalarını uşaklarına taşıtırlar. belki spor salonunu kullanıyorlardır, ya da kuaförü... ama şoförleri ya da uşakları ya da (köle düzeni bittiği için) yardımcıları, artık adı her neyse, sık sık gelip siparişleri tedarik ederler. Bu bi kitap bile olabilir. Mesela zengin bir ablamız, kızının arkadaşının doğumgünü için hediye almalıdır, ama kıçını kaldırıp gelememiştir, kitap aldırmak ister. Yardımcısını gönderir, adam mağazaya gelince kadın telefon eder, "neleriniz var?" diye sorar. Kitapçıya neleriniz var diye sorar... Ucuz olmasın, ama çok pahalı da olmasın, "girly" bi şey olsun, ama çok da sıradan olmasın...

Bunlar senenin belli zamanlarında gelirler, çocukları için yüzlerce liralık kitaplar alırlar. Bu yüzden kıymetli müşteridirler. Küçük bi kitapçıysanız, sizi yaşatan temel sütunlardır bunlar. (Sütun gibidirler hakkaten fiziksel olarak da)

Bunlar bazı insanların daha az parasının olduğunun, sırf karnını doyurmak için para kazanmak zorunda olduğunun farkında değildirler. Misal kitabı satın almamak, kütüphaneden edinmek ya da arkadaşlar arasında değiş tokuş yapmak onlara göre yayıncılık sektörüne vurulan bir darbedir, kitap/yazar düşmanlığıdır fln filan... insanın ya bi siktir git diyesi gelir de, diyemez. nihayetinde çalışmak, çeneni tutmak zorunda olmak demektir.

Bunların çocukları sonsuz özgüvene sahiptir. Hiçbir orta gelirli ya da az gelirli ya da gelirsiz insanın çocuğu bunların özgüvenine sahip olamaz.


AZ ZENGİNLER:
Bunlar sık sık gelirler. Nerden bulurlar bu kadar boş vakti, insan şaşırır. Çalışanlar "aman işte, koca parası yiyen ezik kadın" dedikodusu yaparak zenginlerden öc aldıklarını sanarlar. (Halbuki hiçbir avm çalışanı elinde başka bi imkan olsa o işi yapmaz. Neyse çalışana sonra geleceğiz.)

Bunlar çocuklarını çok iyi yetiştirmeyi amaçlarlar. Zenginlerden eksik kalmamaya çalışırlar. Sürekli bi şey kursuna gönderirler çocuğu. Çocukları mutlaka çok zekidir.


ORTA GELİRLİLER:
Küçük kitabevine, kazıklanma korkusuyla, girmeye çekinirler. D&Rları vb tercih ederler. Hoşsohbettirler. Kitapçıları çok severler. Ama olabildiğince az kitap almaya çalışırlar. Kütüphaneleri keşfederler. Haftasonları çocukları gezdirmeye avm ye giderler. Zenginlerle aynı yerde vakit geçirip eşit olduklarını hissetmek isterler. Fakat aynı alışverişi yapamadıkları için bozulurlar. Paralarının zenginlerden az olduğunu çocuklarına çaktırmadan anlatmak zorundadırlar. Sevimlidirler. Çalışanlara insan gibi davranırlar. Çalışanlar bi grev yapsa desteklerler be, diye düşünecek kadar sevgi duyarım bazen kendilerine karşı. İş çıkışı gelirler haftaiçi. 




AZ GELİRLİLER: 
Çocukları eksik kalmasın diye avm ye gelirler, ama orta gelirlilerle benzer sorunları yaşarlar. Nedense çocukları daha anlayışsız olur, ebeveynle çocuk daha bi anlaşamaz. Ebeveyn sürekli gergindir, azarlar, çocuk sürekli bi şey ister. Huzursuzluk akar üstlerinden. Ödev olmayan kitap alınmaz. Ödevse bile, çok pahalıysa alınmaz.


ÇALIŞANLAR:
az gelirlilerin bir kısmını çalışanlar oluşturuyor olabilir. kendilerini "insan" gibi hissetmeyi o kadar isterler ki, bir mağazada bir şeyler deneyip, ortalığı dağıtıp çıkmanın hayalini kurarlar sık sık. bi çalışan düzeni kabul etmiştir, zenginlere hizmet ederek geçecektir ömrü. yoksa o yorucu ve insanda karakter bırakmayan işi yaparken şık olmaya o kadar özen gösterip üstüne bir de güler yüzlü olabilir miydi? nefret ettiği kişilere karşı güler yüzlü olmak belki hayatın gereğidir, ancak aynı zamanda mağaza müdürünün, patronun soluğunu günün her anı ensende hissetmek farklı bi karakter bozulmasına sebep oluyordur. incelensin bence.

Evet aldığı üç kuruşluk maaşla şık olmak zorundadır Avm çalışanı. (Üniforması yoksa, yani arkaplan çalışanı değilse). kredi kartına vurur kendini.

yemeklerin en ucuzu nedense ortagelirlilere göredir. buna da alışır çalışan, maaşının yarısını yemeğe vermeyi bi zaman sonra garipsemez.


ARKAPLAN ÇALIŞANLARI:
mağaza çalışanlarından daha zor koşullarda çalışanlardır. otopark görevlileri, temizlikçiler, bulaşıkçılar vs... havasız, basık, klimasız mekanlarda çalışırlar, şık olmaları o kadar önemli değildir, pek ortalıkta görünmezler.




SONUÇ:
avm sadece belli tip insanları bünyesine kabul eder, belli kıyafetlere sahip olmayanlar girişte şüpheli bakışlarla süzülür. sürekli ortalıkta dolaşan güvenlik tarafından takip edilir. herkes paketlenmiş gibidir. şık olmak zorundadır. herkes kıyafetiyle bir mesaj vermek zorundadır. herkesin bir tarzı olmalı, o tarz da markalı olmalıdır.

avmde görülen zenginler sokakta görülmez, büyük ihtimalle bir arabanın arka koltuğundadırlar çünkü. avmler güvenlikle çevrilidir, o yüzden arabadan inip ortalıkta dolaşabilirler. ortalık sterildir, üstleri kirlenmez.

bazı insanların alışveriş yapmak gibi bi hobisi vardır ya, avm onu tatmin eder. uyuşturucudur. kafaları reklamlarla uyuşmuş insanlar ellerinde telefon ve çantalarla ordan oraya koşturur. sadece alışveriş yapmak amacıyla buluşabilir burda arkadaşlar.

hediye paketleri doludur ortalık. hediyeler karşılıklıdır. kimse daha ucuz bi hediye almayı kendine yediremez. köleler belli bi ücret karşılığında haftanın 6 günü zenginlere hizmet eder. mağaza yöneticileri belli bi ücret karşılığında kölelere emir verir zenginlere hizmet eder.

hoşgeldiniz, teşekkürler, iyi günler... le çınlar ortalık. kimse hoşgelmez ve hoşgitmez.
belki küçük bi kitapçıda çalışansanız durum daha samimi olabilir, ama burası avm ise ve kuruma para kazandırmak zorundaysanız, o tabloyu çok bozmadan çalışmak zorundasınızdır.

hep bi uğultu vardır. hep bi gereksiz hareket. şimdi yazarken bile cümleleri toparlayamama sebep olan, o uyuşturan kalabalık..

-- paradan, ihtiyaç dışı alışveriş yapma arzusundan, para kazanma hırsından, hediye paketlerinden, etiketlerden, gösteriş aşkından, tüm zenginlerden nefret ediyorum. içlerinde iyi insanlar olabilir ama asla eşit olamayacağımızın bilincindeyim. bu adaletsizlik her şeye olan inancımı yok etti. intihara meylim bile bu yüzden be. ben ne heyecanlı umutlu bi insandım. güzel günler göreceğiz diye... şimdi benim güzel günüm bana, senin güzel günün sana..mümkün olduğunca uzak dur benden. demekten başka şey gelmiyor içimden.







...NAPTIN?

tehlikeli oyunlar oynuyorum albayım. misal abimin bilgisayarını kullanırken kahve içiyorum. 2 günde bir içtiğim nesneyi döktüğümü ve dün hiç bi şey dökmediğimi düşünürsek, çok riskli.
misal gelecek 2 hafta için 2 gün boşum sadece, bugün ve yarın. ve ben yl için bi şey yapmıcam. neden? canım hiç istemiyor.
aslında istanbul üni ne gidip bi gezsem, bi kütüphanesini kurcalasam ne güzel olma mı? olur. ama çok uzak.

başka bi blog açtım geçenlerde, varolmayanülkem iyice kusmuk doldu dedim, kişisel saçmalıklarımı başka bi yere yazayım dedim...bi zamanlar sevgili ülkeme sadece gezdiğim gördüğüm farklılıkları yazıyordum, dedim..
sonra ne oldu? bloğun ismini internet geçmişimden buldum, lakin mail ve şifre? yok . bi blog ismini de boşa harcadım... özür dilerim, o ismi almak isteyen herkesten.

---
alışveriş merkezlerinden içime doğanlar pek edebi değil, ama not düşmezsem kendi tarihime ayıp olur. unutuyorum iki gün sonra.

du yeni bi sayfa açayım. 


27 Mayıs 2012

KİMSİN SEN?

"inadına yaşamak"tan bahsetmişim. insan değişiyor azizim. arada bi yaşama istegi geliyor böyle. sonra geçiyor .
yaşamın kutsal olduguna, yaşadığımız için şanslı olduğumuza ya da hayatın güzel olduğuna inananlara imreniyorum.
zamanın birinde gittiğim psikolog serotonin eksikliğim olabileceğini, bi de psikiyatriste gitmem gerektiğini söylemişti.
ondan sanırım.
alkol  ihtiyacım da ondan . 7-24 alkol alsam misal, hayat hem bana hem de çevremdekilere daha çekilebilir gelecektir.
bi şeyler eksik bende ya da fazla. hüzün fazla. gereksiz fazla. herkes kadar zor hayatım, daha fazla degil. acıların çocuğu değilim. nerden buluyorum bu kadar karanlığı.
neden beni en iyi anlayan kişi selim ışık?
ölesim var. nası yapacağımı bilmiyorum sadece, tek sorun bu. sabırsızım, ama o günü beklemek istemiyorum.
benden sonra dünya çok değişmeyecek. ben var olsam da değişmeyecek. ateist ya da dindar olabilseydim belki rahatlardım. iki durumda da yaşadığım günleri iyi değerlendirmeye falan çalışırdım, bi daha elime geçmeyeceği için.
aradayım. hala bi anlam arıyorum. dinde bulamıyorum bu anlamı. e o zaman? ne işim var bu dünyada? amaç ne?  niye doğdum? niye ben? eminim başka biri olsaydı benim yerime, daha iyi değerlendirebilirdi bu güzel yaşamı.
kendi kendime konuşurken cevabı bulur muyum bi gün. bi anlamım olduğuna ikna olup, yaşamak için savaşmak için gereken gücü depolayabilir miyim tekrar? ama ömür boyu sürecek bi güç, 3 gün değil.

çok yorgunum.
hayırlısı olsun.

11 Mayıs 2012

MUTLU OLMANIN 0945830 YOLU

Bana bu varolanülkemde mutlu olmam için 10 sebep söyleyin. Siz düşünürken ben size mutsuz olmak için birkaç sebep sunayım.


1) Fazıl Say'ın zamanında Aziz Nesin'e yapıldığı gibi çirkin gösterilmesi. 
Fazıl Say ateist ve bunu gizleme gereği duymuyor. Büyüklerimiz de O'na diyor ki "ateist olma demiyorum, ama hobi olarak ol, bunu herkesin içinde söyleme, milleti özendirme"

2) Kitapların edebi olup olmadığının yargılanması, çevirmenin çeviri yaptığı için suçlanması
Yasaya göre edebi eserler müstehcenlik suçlamasıyla yargılanamaz; bu kitabın yargılandığı yasa zaten edebi eserleri suçlamalardan muaf tutar. Buna rağmen siz hâlâ bu kitabı Muzır Kurulun verdiği rapora dayanarak yargılıyorsunuz ve kitabın edebi eser olup olmadığını incelemek için bilirkişi arıyorsunuz. Diyelim ki rapor olumsuz çıktı ve mahkemenin seçtiği bilirkişiler Yumuşak Makine’nin edebi olmadığına karar verdi. Bu durumda bu kitap edebi eser olmaktan çıkacak mı? Tüm dünyada bunu akıl eden bir biz miyiz?”


Ali Nesin gayet net açıklamış.

4) 19 Mayıs'ın kutlama yasağı konuşuluyor. Her savunma göstermelik. Bok vardı sanki eski kutlamalarda. Anlaşılmayan dinlenmeyen, sadece ses tonu sebebiyle tüyleri diken diken eden şiirler, marşlar... Aşırı milliyetçi teyzeler, amcalar... İçi boş Atatürk büstleri...Bir başkadır benim memleketim şarkılarını hatırlatan muhabbetler. Sanki herkesin memleketi kendine göre mükemmel değilmiş gibi. Herkesin ataları vatanı için savaşmamış gibi. Sanki savaşlar devletler tarafından toplumların başına bela olarak açılmazmış gibi. 
Neyse bu milli takıntılar bi yanda... Diğer tarafta da muhafazakarların yükselişi. İnsanların biraraya toplanmasından korktugundan mı yoksa gündem değiştirmek için mi ortaya attığını anlayamadığım bi çabaları var.. Kapitalizmin her getirdiğini nimet kabul eden mantıklarına göre bi toplumun benimsediği bi bayramın kutlanmasını yasaklamak son derece normal. Toplumda bi değişiklik yapmayı samimiyetle istiyorsan, bunu böyle emrederek yapamazsın sayın öküz.

Mutlu olmak için sebep bulamıyorum. Boğaz güzelliği falan huzur vermiyor. Gökdelenler manzarayı delip geçiyor zaten. 


Ağzına sıçtığımızın güzel ülkesi. Vallahi severdim seni. Bi zamanlar muhafazakardım da. Ama kendimi bildim bileli hep kendime soru sordum, okumaya çalıştım. bu yüzden çirkinlikler gözüme çok batıyor. Huzurlu olmak için aptalı mı oynamak lazım illa?


Bi tek içimi açan Bulutsuzluk Özlemi şu sıra, hiç olmazsa onlar bu yaşa kadar yaşadıysa bu soru işaretleriyle, benim de ölmeme gerek yok diye düşünüyorum...


Bi de ben ölürsem, sen ölürsen, biz ölürsek, kim anlar karanlığın aydınlık olmadığını, diyorum. 
Fazıl Say gibi.. Terk etmicem de lan burayı. İnadına. Hep siz mi yüzsüzlük yapcaksınız.
















2 Mayıs 2012

1 MAYISTA ÇALIŞMAK

şunu anladım 2 ayın sonunda: iyi bi kitapçı olabilirim zamanla, ama iyi bi satışçı olamam. gıcık olduğum müşteriyle ilgilenmek istemiyorum. bana insan gibi davranmayan kişiye, "hoşgeldiniz" demek ne zormuş. zamanla umursamamayı öğrenebilirim belki. ama tok satıcı olasım var hep, "ya bi siktirgit seni mi çekcem, sen kimsin" diyesim var, bi gelişte yüzlerce lira bırakan müşteriye de.
o zaman patron bana ne der, tahmin edebiliyorum...

ama kitapçıdasın be kadın (genelde kadın oluyor müşteriler), bi insan ol. paran çok olabilir, ama bi insan ol önce. ne bileyim mesela mağazanın ağzına sıçarken buraya başka insanlar da gelip bakıcak, diye bi düşün. ben sana "siz" derken, sen de bana "siz" de misal. ben senin kölen değilim misal bunun farkında ol. samimiyetten gelse bu hitabın eyvallah, ama değil. öyle olsa yüzüme bakıp konuşurdun zira.

gelip saatlerce kitap kurcalayıp, çocuğuna kitap okuyup, almadan giden müşteriyle alıp veremediğim yok. 2 dk da aceleyle seçen müşteriden çok seviyorum onu. kitap iyice okunarak alınır. paran çok bile olsa, para ile ölçülmez çünkü kitabın içeriği. hele ki çocuk kitabıysa. çocuk ne verirsen onun doğru olduğunu kabul ediyor çünkü, sana güveniyor. sense içeriğini bilmediğin kitabı veriyorsun çocuğa okusun diye.

bi de sen kitap okumuyorsan, çocuğunun okumamasından niye şikayet ediyorsun acaba? senin sosyete arkadaşlarının çocuklarını geçemez diye korkuyorsun di mi? neyse sustum.

sonuç olarak, benden iyi bi satışçı olmaz, 2 ayda bunu anladım. iyi bi tok satıcı olabilir. ama henüz tok değilim. ayrıca, avm de tok satıcı barınamaz.

1 mayıs'ta da çalıştık misal. mağazalar resmi tatillerde açıktır. işçi bayramı'nda bi istisna olsaydı bari.. olmaz.

avm dışında bi mağaza olsaydı, patronun isteğine göre, açılmayabilirdi. ama avm lerin belli kuralları vardır: ya tüm mağazalar açık olacaktır, ya da kapalı. asla kapalı olmaz.

istanbul shopping fest'te de gece 2 ye kadar açıkmış misal. gece 2 de kaç kişi gelip kitap aldıysa...

patrona kızılır normalde fazla çalışınca. patrona da kızamıyor insan burda, adamın kendisi şikayet ediyor bu durumdan: sabahın 10unda açmaya gerek yok bence, bile diyor. ama emir büyük yerden, avm den,  kapitalist dünyadan.

izin günümdeyim.
akşam mülksüzler'in tiyatrosuna gideceğim. itü timis oyuncuları'nın. urras'taki çıkarcı hayatımıza bi günlük mola hakkımı kullanıp bizi izleyeceğim. böyle olmasaydık nasıl olurduk, onu göreceğim bi de 3 boyutlu sesli canlı olarak.
sonra gece uyuyacağım.

3 mayıs olacak. çalışacağım.
4 mayıs olacak çalışacağım.
5 mayıs olacak....
....
parası çok olanlar çocuklarına kitap almak için gelecek.
parası az olanlar ödev olan, zorunlu olan kitapları sormak için gelecekler... en yakın kütüphaneyi tarif edeceğim patronlara çaktırmadan.
bugun 10 yasında olan çocuklar 20 sene sonra bambaşka savaşlar veriyor olacaklar. birisi hayatta tüm güzellikleri görmüş, artık başka bi anlam arıyor olacak. birisi yapay özgüveniyle iş görüşmesinden iş görüşmesine koşacak.

ikisinin de çocuğu olacak belki. birisi yeni çıkan kitapları 6 yaşından itibaren takip edecek. birisi en yakın kütüphaneyi öğrendiğinde 15 yaşına gelmiş olacak.

birisi 3 yaşında ikinci dili öğrenmeye başlayacak. birisi 15 yaşında iyi bir ingilizce öğretmenine denk gelirse, sağlam bi dil alt yapısı olacak, ilerde para kazanmaya başlayınca yurt dışında dil kursuna gitmek için çabalayacak.

1 mayıs ümit filan vermiyor.
1 mayıs tatil demek sadece.
mesele 1 mayıs değil sevgili ülkem.
gelecek karanlık. hiç ümidim yok. böyle çalışırken ne yapabilirim ki.
"devrimi satın alamazsınız. devrimi yapamazsınız. devrim olabilirsiniz ancak..." demiş ursula. nasıl?

21 Nisan 2012

KİTAPÇILIK

Düşünüyorum da, çok afedersin mühendislik mezunuyum. kitapçıda çalışıyorum. hep hayalini kurardım bunun, ama son zamanlarda değil, daha bi hayalperest olduğum zamanlarda, lisede. yine de yıllar sonra kendimi burda buldum. 
çok para kazanmıyorum sevgili varolmayanulkem. hatta hayat bu şekilde yıllarca devam edemez. öğrenci gibiyim hala ve çok afedersin ama hayvan gibi çalışıyorum. avm içinde bi mağaza olduğundan, haftasonları ve tüm resmi tatillerde çalışmak zorundayım, hafta içi bi gün tatil. ve günde 8 saat olmasına rağmen o mutlaka sarkıyor. bu kadarını düşünmezdim ama, fiziksel olarak çok yoruluyorum. öyle sandığın gibi bütün gün oturup kitap okumak da pek mümkün değil. müşteriler var, küçücük mağazada yapılacak bi sürü iş var, ki para kazanabilesin. 
tatillerin genel olarak toplumdan farklı olması sebebiyle de sosyal hayat sıkıntısı var, sevgili sevgilimle birlikte bi şeyler yapmak misal, zorlaşıyor. 

neyse. hayatımın 2/3 ünü kapsayan bu şikayetlerin dışında, düşünüyorum da, memnunum hayatımdan be ülkem. başka ne iş yapabilirim ki? sorusunun cevabını bi türlü bulamıyorum. kitap satıyorum. okumadığın ya da bilmediğin kitabı satmak çok zor. dolayısıyla mecburen bol bol kitap okumak gerekiyor, fırsat buldukça. başka hangi iş insanı kitap okumaya  zorlar ki?

çocuk kitapçısı. daha kısa, resimli kitaplar. ama nasıl apayrı bi dünyaymış çocuk kitapları! onların da güzeli çirkini var. ama daha önemlisi, masumu tehlikelisi var. bi fikri topluma aşılamanın en garantili yollarından biri, çocuk kitabı yazıp, çok satar hale getirmek. ne saçma sapan fikirler var bazılarında... bi kitabı okumadan çocuğuna (belli bi yaşa gelene kadar) almamalı anne baba. 
çok değişik hayatlar görüyorum burda. avm deki bi çocuk kitapçısından alışveriş eden bi aile doğal olarak -kitap okumasa da- okumanın önemli olduğuna inanan, tuzu kuru, çocuğunu özel okula gönderen insanlar. 
çok fazla çocuk ve çok fazla anne, biraz daha az baba görüyorum. gözlemliyorum. babalar daha az geliyor. daha çok anneler sorumlu çocuklarının eğitiminden. bakıcıları var genelde, yine de kitap alımıyla fln ilgileniyor anneler. 
sevdiğim kitapları seven çocuk çok çıkmıyor ne yazık ki. misal ursula'mın çocuk kitapları varmış, kanatlı kediler masalı, adında bi seri. çok sevdim. ama çocuklar genelde kitap okumayı sevmediği için, anneleri zorladığı için, daha moda olan kitapları okuyorlar. arada biri çıkıp kanatlı kediler, ya da küçük kara balık ı ya da kumkurdu nu sevdiğini söyleyince o çocuğa ya da o anneye nasıl hizmet edeceğimi şaşırıyorum. turup kitaptan bahsetmek istiyorum. ki fırsat olursa ediyorum da. 
kitaplar hakkında muhabbet edebildiğim bi iş. 
tüm müşteriler bu güzellikte değil tabi. çocuğu ortalığı hoyratça, kitaplara zarar verirken sesini çıkarmayan anne babalar var mesela.. kızlar top model defterlerine, oğlanlar saftiriklere bayılıyor mesela genelde. üzücü. mottosu "i love fashion" olan bi marka top model. yine de kitap görüntüsüne alışsın diye alınıyor işte. 

neyse. öyle bi döktüm içimi, yaklaşık 2 aylık deneyim altı üstü. öğrenicem bu işi iyice, tüm çocuk kitaplarını hatmedicem,  belki sonra isyan edip bu çalışma koşullarına başka yollar ararım kendime. ama şimdilik görecek çok şey var. 

iyi geceler sevgili ülkem. 

16 Nisan 2012

SEVGİLİ BİLİNÇALTIM...

uyumak bazen zorlaşır. hele ki hava soğuksa, aldıysan o soğuğu içine, öksürerek kusmaya çalışıyorsan geri. olmaz, debelenirsin, ugrasırsın, tam uyuyacak gibi olursun, öksürerek uyanırsın. .. neyse sonunda başardım... da..
Neden bi tek benim haberim yok buraya taşındığımızdan? Sorgulamıyorum. yeni bi macera başlıyor işte ne güzel! evi tanımak lazım. geniş kocaman bi yer burası! 3 kişi için fazla büyük, insan korkar burda. ahşap tüm mobilyalar, bizim değil belli ki, eşyalı kiralamışız herhal. ev büyük ama odalar iç sıkıcı derecede basık.

aynı mahalledeyiz. buralarda bi yer. komşular aynı. çok zengin görünüyor ev. uzun zaman para biriktirmişiz burası için çok ugraşmışız, ablam sonunda emeklerimizin karşılığını aldık, dercesine bakıyor bana, ne kadar sakin ve olgun! abla sen misin gerçekten?

ama ben bu evde gerçekten korkarım. apartman gibi. sizin odalarınız neden birbirine bu kadar yakın da benimki ta diğer koridorda? haberiniz yok tabi korkulu gecelerimden. eve ugramıyorum diye odamı seçme hakkı da tanımamışsınız bana. haklısınız bi yerde evet, zaten çok uğramıyorum ama ne bileyim sorsanız iyi olmaz mıydı. evde mecburen bakılan, istenmeyen biri gibi hissediyorum birden. her yer ahşap kahverengisi ve inşaatı bitmeden taşınılan evin beton grisi.

yine de içim çok sıkılmıyor. tam bi fantastik dünya. karanlık ama içim sıkılmıyor.

komşular evin çevresinde dolaşıp bakıyorlar içeri, bu ne terbiyesizlik be, ben gelip sizin pencerenizden dik dik bakıyor muyum size? zengin olmanın verdiği ayrıcalık nerde hani? bize zengin olmayı yakıştıramıyorlar, aralarından sıyrılıp bu eve taşınmamızdan hoşlanmıyorlar. her an evi yakabilirler gibi geliyor, korkuyorum.

yine de fantastik hala.
abla bak arka kapı varmış. kapının üstünde bi tarih var: 1780 gibi bi şeyler yazıyor. o kadar eski miymiş ev? vay be...noldu şimdi? bi osmanlı sokağına açılıyor bu eski kapı? abla? ablam kayboldu. biraz yalnız hissediyorum kendimi, ama yeni bi şeyler yaşamanın verdiği heyecan hala var.

osmanlı zamanındayım,insanlar, sokaklar, kıyafetler.. değişti her şey! arpa toplayıcısı geçiyor evlerin önünden. ne işe yarıyorsa tam olarak anlamadım. ama sevilen bi işi var gibi. kadınlar camdan arpa fırlatıyor evin önüne, o da topluyor.

dükkanlar arasında ilerliyorum. insanlar gülümseyerek konuşuyor. asık suratlı değiller. karanlık değil hava, ümitli sanki.

arada bi bana dik dik bakan biri çıkıyor karşıma, çok önemsemiyorum.

bi toplantıya katılıyorum. gizli gibi. kapısında sineklik perdesi olan bi ev. ayakkabıları çıkartıp ben de giriyorum. kıyafetim nasıl acaba? pantolon tişört mü, yoksa ben de onlar gibi miyim? hiç aklıma gelmiyor, baksaydım aynaya keşke. gizli bi toplantı yapıyoruz. kadınlar erkekler var. ne konuşuluyor ne karar alınıyor, hatırlamıyorum.

sokaktayım şimdi. bi köpeği seviyorum, çok tatlı bi şey , tüyleri tertemiz. bikaç saniye ama çok değil, yoluma devam ediyorum. başka bi köpek peşime takılıyor. meğer okşadığım köpeğe aşıkmış. kıskanıyor beni, bana hiç elletmedi kendini, sana nasıl sevdirir, diye deliriyor, ısırmaya kalkıyor.
çevremdeki herkes köpeklerle bu kadar haşır neşir olmamı zaten tasvip etmediklerini söylüyorlar, bu sırada ben kaçmaya başlıyorum, o aşık olduğundan delirmiş, köpek olmasıyla ne ilgisi var, diyorum bi taraftan da.

bi bankamatiğin kasasını değiştiriyor iki görevli. onlardan yardım istiyorum, kasaya saklanmam için yardım ediyorlar. mezar gibi bi kasa ama bu, bildiklerimizden değil. bi bakıyorum içerde benim gibi köpekten kaçan bi sürü kişi var. gözleri bi mahzun... köpeği suçlamıyoruz hiç, ama çaresizliğimize üzülüyoruz. onlara ümit vermeye çalışıyorum.

hala kabus değil, hala gri ve kahverengi ama heyecanlı, merak dolu.

tekrar evdeyim. evin bi odası. benim odam. uyuyor muyum? odamda biri var? o arada bi gördüğüm adam bu. nasıl girdi oraya?
kimsin sen?
soruma cevap yok. ama mülayim, sakin bi adam var karsımda. 40 yas üstü olgunlugunda ama 30 yas üstü gösteriyor. yakısıklı değil, çirkin de degil. hafif kambur. gözleri kendini ele vermiyor, yüzüne bakarak aklından geçenleri anlayamıyorum. tecavüz etmesi, hırsız olması, katil olması, psikopat olması gibi ihtimaller geçiyor aklımdan. kendim için korkmuyorum. ama ilk kez tecavüze uğramaktan korkuyorum. aklıma sevdiğim geliyor, bana bi şey olsa o üzülür diye.

ama yeni tanıdıgım halde birden güveniyorum adama, habersizce odama girmesini sorgulamamaya baslıyorum. öyle bi dalıyoruz ki muhabbete, ne konustugumuzu hatırlamıyorum bile ama.. sonra laf nasıl geliyor oraya?
-evet ben şeytanım, canını almaya geldim, diyor.
irkiliyorum.
-hadi ordan, hani bi yaratıcı vardı, ancak o can alırdı?
-o cennetliklerin canını alır, ben cehennemliklerin.
bu sırada hala mülayim, ben de emir kuluyum der gibi, memur gibi bi bakısı var.
-hadi be, ben cehenneme mi gideceğim yani?
-evet.
-nedenmiş o? iyi bi insanım ben, bi kanıt göster ne kötülük yapmışım, hadi?
cevap yok. sadece suratıma bakıyor. ölmeyi sen istemiyor muydun, diyor mu, yoksa testere'deki gibi bana bi oyun oynandığı hissine kapılıp kendi kendime hatırlatıyor muyum, bilmiyorum.
o an anlıyorum ve pişman oluyorum, neden bu kadar uzun konuştum ki onunla, o bi yabancı, ne işi var odamda? kaçmaya çalışıyorum.
beceremiyorum. öldürme yöntemi de ilginç şerefsizin: bacaklarımı, kollarımı farklı yönlerden baglayıp çekerek canımı cıkarmaya çalışıyor. neden bıçak değil, kurşun değil, hap değil, neden işkence?

peki neden bu şeytan kaos filminin başrolundeki adam? filmi hiç izlemedim, adamı hiç tanımam, ismini bilmem.

uyandım sonra. çok daha korkarak uyandıgım kabuslarım oldu. onlara kabus dedim hep, buna rüya demeyi ısrarla tercih ediyorum. korkmadım çünkü. maceradan maceraya koşan bi tiptim sadece.
ama bilinçaltım, ilahi bilinçaltım... senden korkuyorum işte.

uyandığımda sevindim evet, o şekilde ölmediğim için.

3 Nisan 2012

RAMAZAN BAYRAMI GÜNLÜĞÜ (2011)

(türk kökenli bir dişinin gözünden bayram notları)
UYARI: okurken afakanlar basabilir, ama hepsi gerçek.

BAYRAM ÖNCESİ 2 GÜN:
geçmiş deneyimlerinden dolayı çok direnmedim, ben gereksiz görsem de annemin gerekli gördüğü  tüm işleri yaptım. camları sildim, perde çıkardım, taktım, vitrinin tozunu aldım... ablam da aynı durumdaydı. ablam aniden sinirlenmesiyle ünlüdür bizim evde, özellikle annemle çok kavga ederlerdi. o bile sesini çıkarmadı.

ta ki dinlenmek için uzanana kadar. yarım saat dinlenip kalkmayı planlamıştım. muhtemelen ablam da aynı şeyi düşünüyordu. ama annem bağırmaya, söylenmeye başladı. çünkü ona göre iş bitmeden dinlenilmemeliydi. (yıllardır gördüğümüz kadarıyla iş asla bitmezdi). iş yaparken bir taraftan da yorulduğundan şikayet edilmeliydi.

sonuç: sevmediğim işleri yaparken mutlu olmaya çalışarak, espriler yaparak bayram temizliğine başlayan ben, annemle kavga ettikten sonra bi kez daha annemin bu panik halinden de, bayramdan da nefret ettim ve "lanet olsun" ruh haliyle yerleri süpürmeye -tabi ki- devam ettim.

bu sırada evin diğer fertleri (abim ve babam ) ne yapıyorlardı?
ikisi de, tıpkı benim gibi, evin çoğu işini gereksiz bulurlar. ( örneğin camları silerek düşme tehikesini göze almaya gerek yoktur, zira her an yağmur yağabilir.) tek farkımız benim dişi olmamdır . onlar evin bir köşesine çekilip, annemin gazabına karşı endospor oluşturdular, kulaklarını tıkadılar.

abim bilgisayarı kurcaladı, film izledi, kitap okudu vs. babam tv izledi, uyudu, camiye gitti vs.
arada bi tabi ki biz köleler yemek hazırladık, teşrif ettiler.

onlar haber izler, siyaset hk konuşur, o sırada biz çay getirip götürmekle yükümlüyüzdür. arada bir katılabiliriz istersek  muhabbete. ama asıl görevimiz hizmet etmektir.

misafir gelince de durum böyledir. ciddi anlamda sohbet edemeyiz hizmet ettiğimiz için. o yüzden hitabetimiz zayıftır, fikirlerimizi ifade edemeyiz, fikrimiz olmaz, ailemizdeki erkeklerin fikirlerini beynimize kopya ederiz.

sülalemdeki kadınların durumu böyle. %99u çalışmıyor. çocuklarını okutmak istiyorlar. özellikle kızlarını. farkında olmadan şikayet ettikleri "adam yerine konmama" durumuna kızlarının da düşmesini istemiyorlar. bu ortamda büyüyen çocuklar özgüvensiz oluyor.

1.GÜN VE SONRASI:
ilk kez pazarlık yapmadan ciddi anlamda isyan ediyorum bayrama. dayılarım halalarım dışında kimseye -zoraki olarak gittiğim kimseye- gitmeyeceğim. yani babamın dayısına vs. annemle babam üzülüyor. ama yıllardır benim üzüldüğüm kadar üzülemezler sanırım. üzülmesinler. kendileri bilirler. onlar üzülüyor diye kendimden feragat etmeyi bırakmalıyım. 23 yaşımdayım! hala kendimi hissedemiyorum, sebeplerinden biri bu olmalı.

----
bayram ziyaretlerinde "nasılsın" diye sorulduğunda "iyiyim" demek dışında yüksek sesle konuşma hakkı çocuklara verilmemiş gibi. çocuk derken, yanında annesi babası olan her yaştan insandan bahsediyorum. hiçbir işlevleri olmamasına rağmen bayram ziyaretlerine gitmek zorundalar. gitmezlerse ev sahibi alınabilir, ayıplayabilir. bin türlü yalan arar çocuğun annesi babası: okuyorsa, sınavı vardır, ders çalışacaktır.

----
türk milleti misafirperverdir.
evet, bayramda misafir gelir. ve evin annesi ve kızları tatlı, yiyecek, içecek, yemek ikram eder. erkekler oturup misafir erkeklerle muhabbet ederler. kadın misafirler ev sahibi dişilere yardım ederler. çünkü salonda erkeklerin yanında boş boş oturmak istemezler, muhabbetlerine katılamazlar, ayıptır.

----
haremlik selamlık yaşamaya alışkın olan bir tür de vardır. kadınlar ayrı bir odada oturmak isterler. bu durumda daha az dindar görülen bir dişinin erkek kısmına hizmet etmesi gerekir. bu, başı açık olan biri ya da henüz başının açık olması göze çarpmayan bir kız çocuğu olabilir.götür getir işlerini o kişi yapar.

bir çözüm daha vardır. mahrem olan bir erkek(kardeş, oğul vs) yardım eder. yolun yarısına kadar ev sahibi dişi, diğer yarısında da ev sahibi erkek taşır.
-----

MİSAFİR GELDİĞİNDE YAPILMASI GEREKENLER (DİŞİLER İÇİN):
1) kapıda herkese "hoşgeldiniz" de. kadınların elini öp, 3 kez yanak yanağa değdir. erkeklerin muhafazakar görünümlü olanlarına elini uzatma, elin havada kalabilir. daha açık görüşlü olanların elini öp ya da sık.

2) herkes içeri girdikten sonra girişte ayakkabıları düzenle(çıkarken kolay giyebilecekleri hale getir).

3) eve gir. montu olan varsa, fortmantoya as.

4) herkes yerleşinceye kadar bekle, sonra şeker-kolonya tut.

5) otur yanlarına. herkesin birbirine "nasılsın" diye sormasını bekle. sen de herkes gibi"iyiyim" diye cevap ver, gerçek ruh halini asla belli etme.

6) mutfağa geç, tatlı tepsilerini hazırla.

7) getir, ikram et.

8) yesinler, bekle. biter bitmez bi daha isterler miymiş, sor.

9) istemezlerse hemen topla, götür.

10) uzun süre otururlarsa çay isterler mi, sor.

11) hemen çay demle, ikram et.

12) arada bir yanlarına git, muhabbete katılmaya çalış.

13) hep güler yüzlü ol, ellerini önünde birleştir, hanım hanımcık ol.

14) hemen bulaşıkları toparla.

15) kalkacakları zaman, sanki çok umrundaymış gibi, "aa hemen gidiyor musunuz?" gibi şeyler söyle.

16) girişte olduğu gibi kapıda vedalaş, kapıyı kapat.

işte olay bu.  çok da zor değil.