30 Mart 2010

ŞAPKACI- ALICE...

Harikalar Diyarı’ndaki deli şapkacının durumu çok enteresan.
Küçük bir çocuktu Alice o Diyar’a ilk gittiğinde ve şapkacı bir amca/abi idi sadece.
Sonra serpildi, büyüdü, güzel bir “kadın” oldu Alice. Farkında olmadan insel uyarılar vermeye başladı çevresine. Erkeklerin hormonlarına hitap etmeye başlamıştı.
Bu haldeyken şapkacıyla tekrar karşılaştı. E tabi şapkacı da bir erkekti… Fakat ne garip, arada geçen 15 senede bizim şapkacı hiç yaşlanmamıştı, aynı karizmatik delilik, aynı enerji…
Çok da ilginç değil fiziksel olarak çürümemiş bir erkeğin böyle güzel bir kadına vurulması. Emin olamıyorum tabi; bu filmde vuruldu mu?
“İstersen gitmeye de bilirsin” demişti filmin sonunda, çekingendi. Giderse geri gelmeyeceğini, gelse bile hatırlamayacağını söylüyordu. Haklıydı bence… Bıraktı gitti işte, hatta bir iş kurdu kendine… Neden? Madem sevdin, yaşa işte o delilerle birlikte… “Evli evine köylü köyüne” “insanın evi gibisi yok” “herkes ocağında sağ olsun” … mu diyorsun Alice? Şapkacıyı o kadar ümitlendirip sonra bırakıp gitmeni haklı çıkarır mı, “babamın hayalini gerçekleştiriyorum” bahanesi?
Çok anlayışsızım Alice’e karşı. Ancak konumuz o değil.
Aklıma takılan soru şu: Aradaki yaklaşık 15 senelik yaş farkı ne olacak? Toplum baskısı ne diyecek bu duruma? Şapkacı sapık mı? 15 yaş küçük birine âşık olması… ya da 15 yaş küçük birine yan gözle bakması… Arada dağlar kadar fark var. “Aşık” sözcüğünü kullanmak nasıl da yumuşatıyor okuyucu kalbini. “yan gözle bakmak” adamın adını sapığa çıkartıyor!
Evet işte haftalar sonra aklıma takılan bu. 3-5 kişilik bir kamuoyu yoklaması daha yapacağım. “Şapkacı Alice’e aşık oldu mu?” diye soracağım. Çünkü sanki çocukları ile birlikte filmi izleyen büyükler düşünülerek aşkın belirgin olmaması, muallâkta kalması yolu seçilmiş; böylece herkesin istediği gibi yorumlamasına meydan verilmiş gibi… Açık açık aşık olsaydı şapkacı, adı “sübyancıya” çıkardı maazallah…

17 Mart 2010




Alice Harikalar Diyarı’ndaydı gerçekten!

Harikaydı onlar, hem de gerçekten!
Ne tuhaf, çocukken kabus olanlar, büyüyünce sevimli oluyor gözümüzde. Ya kötülükleri sevmeyi öğreniyoruz ya da küçükken fazla korkak oluyoruz…Nerden geldi aklıma bu, şurdan: Alice hakkında yaptığım 3-5 kişilik kamuoyu yoklamasına göre küçükken Alice’i okumaya kalkıp bırakmış çoğu. Neden? Korkunç gelmiş! Mavi tırtıllar, konuşan hayvanlar, sonunun ne olduğu bilinmeyen bi yolda takip etmemizi isteyen takım elbiseli bi tavşan… Daha ne olsun, yeterince “tuhaf” değil mi?
Aslında daha tuhaf olanı şu: Ben çocukların hayal dünyasının daha geniş olduğuna, mesela konuşabilen bir tavşanın var olabileceğine büyüklerden daha kolay inanacağını sanırdım. Peki neden biz, Alice’ten korkan çocuklar, korktuk ve okumak istemedik o kitabı? Ya da mesela Makas eller’i ya da Beter Böcek’i neden izleyememiştik o zamanlar? Neden ağabeylerimiz ablalarımız çok eğlenirken biz korku filmi sanıp kızmıştık onlara, kanalı değiştirmedikleri için?
Böyle yapmayan çocuklar da vardır elbet. Ancak onlar azınlıkta kalıyorlar benim 3-5 kişilik anketimde. Görmezden gelebilirim, kim tutar beni!
Başka bir soru: Küçükken bunlardan hoşlanmayan bir insanın neden büyüdüğünde en sevdiği film türü haline gelir bu tuhaf-karanlık- komedi türü filmler? İçinde bastırıp durduğu bi karanlık yön mü ortaya çıkmıştır büyüdükçe? Ne tuhaf…
Her sabah kahvaltıdan önce altı imkânsız şey bulabilen bir babası vardı küçük kızın. Tuhaflıklarla büyüdü, bu yüzden hep tuhaf kaldı, yontulmasına imkan vermedi babası. Yontulmaya ihtiyacı olmamıştı, babası vardı ya! Ama o da öldü bi gün. Ölür ya herkes…
Sonra saldırıya geçti tüm tuhaf olmayan dünya. İntikam alır gibi, tüm tuhaflıkları sebebiyle cezalandırır gibi… ceza olarak sıradan bi hayat yaşamaya zorladılar onu! Ta ki küçük yakışıklı, beyefendi bir beyaz tavşan onu çağırana kadar…
Peşinden gitti. Kaçmak zorundaydı gerçek dünyadan, çıldırma aşamasındaydı, ya onu takip edecekti ya da normal olacaktı! Babası “bütün iyi insanlar delidir” demişti. Çok sevgili babasının sözünü dinlemeliydi, evet, tavşanı takip etti.
Burada bi soru daha: Neden hep tavşan olur bu takip edilenler? Matrix’te de aynı şekilde başlıyordu Neo’nun hikayesi… Cevap yok, belki daha sonra…
Takip etti, sonra pişman oldu mu, gerçekten uyanmak istedi mi? Şüpheliyim. Orda sonu belli olmayan o muhteşem macera varken, gittiği yerde herkes onu beklemekteyken, onu çok seven insanlar(insan mı?)/yaratıklar varken… Gerçek dünyadaki o korkunç saçmalıklara dönmek mi? Kim ister ki bunu, hadi oradan Alice, yeme bizi… kendini çimdiklemeler falan…
Sonra tanıştığı karakterlerden en delileri: tabi ki Şapkacı ve tabi ki, bağışlasın beni, ismini hatırlayamadığım hani şu sürekli bi şeyler fırlatan deli tavşan. Çok sevgili Johnny Depp’le bütünleşmiş “deliliğin” bu ilk kez gördüğüm tavşanla yarışmasının manası nedir? Fırlatma eylemidir. Aniden yapılan, kabullenilmiş, uyum sağlanmış, delice hareketler! Her an kafanızın üstünden bi tabak fırlayabilir, yine de rahatsınız! Neden? Çünkü o “delidir”, akıllı değil ki, nasıl zarar versin size? Ne zarar gelebilir ki ondan?
Muhteşem!
Hey gidi Tim Burton! Yine ne harikalar yaratmışsın… Hey gidi Charles Lutwidge Dodgson, taaa 1865te yazmışsın bunu, eline diline sağlık.. Bu saçma sapan hayatta, bu kitabı yazdığında muhtemelen pek çok kişiye göre “saçma sapan” bir iş yapmıştın. Ama işte bugün seni seviyoruz, onları değil… şimdi de kimine göre saçma bi iş bu tabi. Ama umrunda olmayanlar için dünya ancak senin gibilerle güzel!

10 Mart 2010


ÇOCUK-YALAN-GERÇEK-NOEL BABA


Anlamak için noel babanın hikayesini bilmeye gerek yok. Önceden çalışmaya, hazırlıklı gitmeye gerek yok.. kısacası izlemek için çok şey bilmeye gerek yok… ee film bu zaten gerek olur muydu ki? Yok işte, bunda da yok. Ama izlemek lazım işte… ne desem ki.. nerden vursam sizi de izletsem şu filmi… ama bu yazıyı okuyan kişi, ki herkes okumaz, izlemeye de meyillidir zaten..çok şey söylemeye gerek kalmayacak , belki, sanırım, galiba.., umarım..


Adamın biri neşeli bir hayat arar. Artık, der, mutlu olacağım, aslında herkesten çok da bi farkım yok be, aslında gözümde kendimi fazla küçültmüşüm.. sonra hayat ona bi güzel hareket çeker… bu da arkasını döner, hayata sesini duyurmaya korkarak söverek elleri ceplerinde, uzaklaşır…


Neden? Hayat vurmaya başlar. Aslında önceden alışkın olmalıydı bu vuruşlara, boğaz kıyısında yetişmiş yalı çocuğu değildi nihayetinde. Ne oldu o zaman? Kendi kendine engel olduğuna, bu engeli tek başına bi şekilde aşabileceğine inanmıştı.


Hani olur ya… kimseye güvenmeyerek yaşamaya alışmışsınızdır, kendinize öyle bir yaşam biçimi oluşturmuşsunuzdur. Sonra bi gün biri çıkar karşınıza ve güvenmeye başlarsınız. Sonra doğru olanı yaptığınıza kendinizi ikna edersiniz, kolayca. Ve bir gün terk edilirsiniz. O anki yıkım…


Ya da hani çocuksunuzdur. Bir büyükle konuşursunuz, diğerlerinin aksine sizi dinler, çocuk olduğunuzu size sürekli hatırlatırcasına garip sesler çıkarıp dediklerinizi tekrar etmez. Hani sizi dinler ve çok özel olduğunuzu hissettirir size ve sonunda o da sizin için çok özel oluverir… hani öyle bi çocuksu…hani bu özel olma durumu büyüklere karşı duyulan nefreti nasıl umursamazlığa dönüştürür… öyle özgüven dolu… ama sonra bi gün bu özel kişinin “çocuk olmanız” hakkında dalga geçtiğini duyarsınız… nasıl bozulursunuz. İşte öyle..
İşte öyle yıkılır bu adam da. Bütün enerjisi kesilir. Ama hayatın cilvesi, tam bu zamanında çevresindekiler enerji doludur. Uyum sağlamasını beklerler. Verdiği yaşam mücadelesi, omzundaki yükler dünyanın umrunda değildir. Tüm samimiyetler, tüm çıkar ilişkileri, insanlığı anlatır.


Sonra bir gün noel baba olur. Hayatın cilvelerinden biri, asla yapmam dediği işlerden birini yapmaktadır. Neşeli olması gerekir. Ama neşe nerde ki onda! Üstelik sürekli gülümsemesi, o meşhur hohoho kahkahasından atması gerekmektedir… çocuklarla iyi anlaşabilmelidir. Neşeli rolü yapmayı öğrenmelidir.

Öğrenir zamanla.

Gülmeye başlar. Noel baba olduğundan değil, becerebildiğinden. Yetenekli olduğundan değil… hayat işte.. bir yerden alırken, kimine bir yerden de verir, kiminde öbür yerden de alır, kimine hep verir, kiminden hep alır.

Bu son cümleyi kurabilecek biridir bizim noel babamız. Olur mu canım, insan gerçekten isterse almak için savaşmalıdır, diyememeyi öğretmiştir hayatı.
Gülümser, hatta kahkaha bile atar sonunda.

Kazanan kendisi olur. Düşmanları kaybeder. Kalbi temizdir.
O kadar inanır ki kendine, “çocukların inandığı yalanlar esasında gerçek” bile der.

Biri dediğinde kafa sallamaz, kendisi kurar bu cümleyi! O kadar inanarak söyler yani.

İzleyin bu filmi: Neşeli Hayat. Yılmaz Erdoğan, BKM…