30 Aralık 2014

evet. uzun zaman oldu klavyeye konuşmayalı. çok şey oldu tabi bu arada. yeni sayfalar açmak gerekti hayatta. blog yazmamak bi seçenek. yeni blog açmak da diğer bi seçenek. ama sabit kalmamak, gelip geçenleri bi yerlere kaydetmek, kıymet verip kaydetmek gerek. en gerekli olan bu. baktıkça, okudukça, kıymetini hatırlamak gerek. belki bikaç cümle, belki fotoğraf, belki tasvir, belki öykücük... yazılası bi ömrümüz olsun diye, yazabilmek için. biraz susmak lazım.

3 Ağustos 2014

posamı çıkartıp+çıkarttırıp yaşıyorum.
patates çorbası olmaktan ziyade, posa olduğumu hissediyorum artık.
püre gibi de değil, sanki yenmiş de kusulmuş, veya suyu sıkılmış da katı halde kalmış gibi, işe yaramaz.

turgutçuğum özbenle selimciğim ışık arasında gidip gelirdim eskiden, selimciğim ışık'a daha çok yaklaştığımı hissediyorum. bi odaya kapanıp insan görmemek lazım misal, hasta ediyorlar beni, sokaklar tehlikeli.yatakta bekledikçe ölünür de belki.

çekingen veya içe dönük/kapanık insanlardan beslenen bi çoğunluk var. her türlü toplumsal sınıfın, statünün ötesinde bi kutuplaşma bu. onların üstüne giderek, hatta onları köşeye sıkıştırarak, hatta ezerek besleniyorlar. posasını çıkartıyorlar işte...konuşmayı çok seviyorlar.çoğu zaman iyi insanlar halbuki.

bu yüzden ya ölmek lazım, ya da posa olmamayı becermek. pürelik, çorbalık her zaman daha iyidir.

afilli cümlemi de söylediğime göre burnumu çeke çeke, kamburumu çıkara çıkara, sinir krizi geçirmeye gidebilirim.

23 Temmuz 2014

git gide daha çok pısırıklaştığımı fark ettim bugün. evde yaşamaya, insan görmemeye o kadar alıştım ki, iş çıkış saatinde metrodaki insanlar artık korkunç geliyor. vahşi doğada, sanki ben otoburum, onlar etobur. sanki bi şey olacak ve beni tutup boynumu koparıverecekler. her halim, içim dışım, onlardan korkuyorum.

10 Haziran 2014

aydınlanma devri

az önce aydınlandım.

ben bu iş hayatına uyum sağlayabiliyor muyum, her türlüsüne? hayır. mavi yakadan beyaz yakaya, akademisyenliğe...hepsinde bi şekilde başarısız oluyor muyum? evet. yalakalık, alttan alma, işbitiricilik, sorgulamama gibi meziyetler bende yok mu? evet. torpil işlerine bulaşmayı bile beceremiyor muyum? evet.

o zaman niye kasıyorum çalışmak için? niye kariyer peşinde koşuyorum? neyin özgürlüğü bu? işverenlerin peşinde koşmak bana ne kazandıracak, para mı? parayla ne yapıcam ben? kitap okuyup gezicem.

gezmeyi boşverdiğini düşün. hayat çok farklı ve kolay olabilir.

misal köye git. anan baban orda. kaç yıl daha yaşarlar bilinmez ya, kalırsın gittiği yere kadar onlarla. bahçe ekersin, kedilerle köpeklerle koklaşırsın, evi tamir edersin, hem onlara göz kulak olursun, iyi olur. şanslısın, muhafazakar olup aynı zamanda sana fazla bulaşmayacak, fikirlerin yüzünden sokağa atmayacak bi onlar var. belki bilimum ahlaksız zevkten (alkol, seks vs) feragat etmen gerekir ama her şey para için savaşmaktan daha sempatik görünüyor şu an gözüme. bolca kitap oku, bahçeyle uğraş, arada bi annenlerin laflarına he de geç. hayat basit.

bu alternatif yeni geldi aklıma. annemlerin yanına asla dönmem diyenlerdendim. niye lan? niye? amaç ne? insanlıktan çıkıyorum çalışayım, 3 kuruş para kazanayım derken, annemlerin bana daha mı fazla kötülüğü dokunacak?

bırak dünya duymasın ismimi, hoca olmayayım, dünyayı gezmeyeyim, istediğim yere tatile gitmeyeyim... mandıra filozofu olayım. ne olur? kime ne zararı olur?

bu arada çalışabilenlere, para veya ideal peşinde koşturanlara lafım yok. becerebilenler için ne ala. lafım kendime, savaşacak gücüm yoksa neden kendimi zorluyorum?

23 Mayıs 2014

oyalanmak

daha fazla okumak, yazmak lazım.

bu dönem bi ders için sunum yapmam gerekiyordu. yükseğe başlamama rağmen, ortalama artık önemli hale gelmesine rağmen hala nota yönelik çalışmak aklıma gelmiyor. misal bu sunum aslında vizeymiş, yani aslında notlar açısından o kadar da önemli değilmiş, zira bu işin bi de finali var. ama sunum olduğu için, okuduklarımdan kağıtta değil de insanların karşısında hesaba çekileceğim için çok stres yaptım. o zaman çok iyi hazırlanmışsındır, deme çünkü stres yapınca çalışamıyorum.

sonuç olarak konu laiklikti, spekülasyona açık bir konuydu. benden çok sınıftaki arkadaşlar konuştu. herkesin bir fikri var, kafasındaki sorular var. "gerçek sekülarizm bu değil" denmesine ihtiyaç var. işin özüne inme çabası, biraz da kahvehane muhabbetine benzeyerek devam etti. ve sanırım çok da kötü olmadı sunum. eksik yönlerimi sunum esnasında kendim tespit ettim, kendimi eleştirdim. insan kendini eleştirince, karşıdakiler iyi niyetliyse, "yok aslında o konuya girmemen iyi oldu" diye tesllü etmeye çalışıyorlar, hoca da dahil. lakin lisansta, mühendislikteki hocalarıma benzer bi sunum yapsaydım verecekleri tepki bu olmazdı muhtemelen.

neyse, olay o değil aslında.

demem o ki sevgili güzel ülkem, okudukça, yazdıkça gerçek hissediyorum kendimi. ama her zaman bu gerçekçi role bürünemiyorum. misal dün sanırım 8 bölüm madmen izledim. sadece seyrettim. tivit okur gibi, eylem izler gibi, tiyatro izler gibi. hiçbir şey üretmeden, sadece izledim. yazmak, okumak, izlediklerimden not almak, tarihsel verilere kafa yormak aklıma geldi, ama imkansızdı. dizi kültürünün ne büyük uyuşturucu olduğunu düşündüm. dönem dizisi diye başlamıştı aslında bu diziye. kapitalizm, amerika, tüketim kültürü vs... sonra fark ettim ki, kim kimi aldatmış, kim kimi basmış, kim kimle kavga etmiş, kim özüne dönmek istemiş... bunları öğrenmek için izliyorum. madmen, medcezir oldu birden. yemek yemedim, cips vardı evde, bi paket cips yedim, yoğurda bandıra bandıra. sonra düşündüm. internet, elektrik, su ve atıştırmalık bi şey olsa, saatlerce oturup internet başında oyalanmak çok kolay. kendi hayatını unut, ailen dizi karakterleri olsun. onlar yaşasın, sen izle. günlerce böyle yaşayanlar var, üniversite öğrencileri. yurda kapanmış, bi günde 2 sezon lost izlemiş mesela. onlar da benim gibi zamanı boşa geçirdiklerini hissediyorlar mı?yoksa gerçekten mutlu mu oluyorlar izledikçe?

yapmak zorunda olduğum hiçbir şey olmasa bile mutsuz oluyorum bir yerden sonra. başkalarını izlemek tamam da, benim hayatım ne olacak? zaman geçiyor, benim hayatım daha mı değersiz o dizi karakterlerininkinden?

aslında dizi izlerken de bir taraftan yaşıyorum işte. bu da eve kapanmış bir dönem. tıpkı dizi karakterlerinin depresyona girmesi gibi.

neyse, amacım bi sonuca varmak değil. ama bizim nesil çok fazla oyalanıyor sanırım. üretemiyoruz. oyalanmaktan kurtaramıyoruz kendimizi. sırf bunun için facebook hesabımı kapattım. başkalarının hayatlarını gözetlerken saatler boşa gidiyor diye. ama facebookla iş bitmiyor. oyalanmak isteyen nefsi yok edip, üretmek isteyen tarafı yeniden doğurmak lazım. nasıl başaracağız? bilemiyorum.


6 Mayıs 2014

tutunmak buysa hiç zorlama, demiş adam (derin uyku adamı)

20 Nisan 2014

insan kuyuya battığı yerden kendisi çıkmayı bilmeli. halbuki o kadar zor değil. şimdi bi şey yapman gerekiyorsa, yapmalısın. ama bi yerdden sonra, bi şekilde alkol bulup kafanı güzelleştirdiyseni yapman gereken şeyi aslında o kadar da yapman gerekmediğini düşünmeye başlıyorsun. misal, çeviri yapmak varken medcezir izleyip şarap içmen yasaklanmış olabilir. ama artık çok geçtir belki. kafan güzelleşmiş, gözlerin bulanıklaşmıştıer. zihnin uyuşmuştur, ne de güzel olmuştur. sorumluluklarını yerine getirmemen artık suç olmaktan çıkmıştır gözünde. işte bu yüzden alkol sağlığa zararlıdır. herkes sorumluluklarının gereksiz olduğunu düşünse, her an bunu düşünse ne olur dünyanın hali? n

ne olur dünyanın hali? hepimiz bu dünyayı kurtarmak için savaşmalıyız. çünkü dünya böyle bi şey. belki marsta olsak farklı olabilirdi. ama işte, dünyadayız, marsa gitmeye de kimsenin götü yemiyor.

11 Nisan 2014

makinede beklemiş çamaşır gibiyim. kokuyorum. üşengeçlikten üstelik.

bi sefer bi enerjiyle yıkanıyorum... o enerji o kadar geli geçici ki, çıkarıp asmaya halim kalmıyor.. kendimi.

bigün biri çıkarıp vuracak beni. topuğuma mı sıar, direk kafama mı, rastgele mi, bilmem. ama kendii öldürmeye bie o kadar halim yok ki, biri dayanamayıp kendince kahramanlık edip çıkarıp vuracak bi yerlerimden.

klavyenin iyi basmaantuşlarıyım ben. yazdıça bi şeler anlaşılıyor dediklerimden ama arada bazı tuşlara iyice basmaya hali mi kalmıyor nedr, hep i eksiklik var.r büyük harf yok misal. aynı anda iki tuşa basmay akıl etmek zor iş benim iin. hadi akıl ettin diyelim, kim üşenmeyip iki tuşa birden basacak ki...

ıslak gözlük camıyım en. görüntüyü ulanıklaştıran. yağmurda, ya dagözyaşıyla. hani silmeye üşenirsin, kend kendine geçsin diye beklersin. otomatik gözlük sileceği olsa diye hayal edersin. kurumaz, kurusada izi kalır zaten. sürekli ıslak, silsen de tekrar ıslanır zaten. hani yol hep bulanık olur...

beni üşenme sözcüğüü kullanmadan tanımlamak imkansızdır sevgili işveren. hadi bi iş ver bana.seninde işin zor.

30 Mart 2014

seçim

mübarek oy günü. bugün yıllar sonra pişman olacağım bi şey yaptım. akapeden kurtulmak için, nefret ettiğim bi başka kişiye verdim oyumu, malum kişiye, sarıgüle. Ekşi'deki başlığında 2000den itibaren hakkında yazılanları okuyunca anlaşılıyor zaten niye sevilmemesi gerektiği. tek iyi tarafı sevmediğim zihniyetin tek rakibi olması olan bi adama oy vereceğimi söyleseler, gülmez geçerdim. ama işte bıkmak böyle bi şey. çaresiz bırakılmak böyle bi şey. alternatif de yoktu, kimseyi sevmiyorum, kimseye güvenmiyorum. o'na vermesem boş verirdim.

fark ettim ki komplosuz düşününce kafa çok rahat: akabeden bıktın mı? en büyük rakibi kimse, ona bas geç. ama o adam nası biridir, ilerde nası sıçar ağzına?akape'den bıkmana sebep olan şey ne? ne oldu da akape bu kadar korkunçlaştı son zamanlarda? neden kendi ipini kesip duruyor abd ve ab'ye karşı? neden yolsuzlukları ortaya çıkıverdi birden? neden Sarıgül yükseliverdi birden? bunları sorunca akapeyi savunuyormuşsun gibi oluyor işte, komplocu oluyorsun...

şimdi ne olacak bakalım. ne olursa olsun sevinemeyeceğim. toplum içinde kibarca "tecavüzcü" demekten sıkıldım, resmen bi sikicinin kucağından zorla kurtulup, başkasının kucağına atlıyoruz, belki acır da sikmez gibi bi ümidimiz var sanki. "ama en azından sikerken içki içmemize, twittera izin verir" gibi gerzekçe ümitlerimiz var. tecavüzden başka bi şey canlanmıyor gözümde, seçim deyince.

sandık başında nöbet tutuyor vatandaş, ne kadarı doğru, ne kadarı yalan emin olamadığım bi sürü hile haberleri geliyor zenmate sayesinde girebildiğim twitter hesabıma. hatayda kavga çıkmış 2 kişi ölmüş. muhtarlıkla ilgili bi kavgaymış diye içten içe rahatladığımı hissettim. saçma evet, ama akapeli cehapeli kavgası gibi bi şey olsaydı tüm türkiyede yankılanırdı, daha çok ölüm olurdu diye düşündüm bi an. muhtarlık daha "kişisel" bi şey. saçmalıyorum belki.

bizim rektörün yuvarlak tvitlerini okuyorum bi taraftan. yasaklanmış twitter'a bi yolunu bulup girerken, bi taraftan da akademisyenlerin işlerini kaybetme korkusu olmadan fikirlerini açıklayabildiklerini, demokrasinin bizi kurtaracağını, karamsarlığa kapılmamıza gerek olmadığını söylüyor. dünyadan haberi yokmuşçasına...

neyse susayım. dışarı çıkayım. twitter başında delirmeyeyim.

28 Mart 2014

o değil de, seviyorum burayı. yıllardır benim pislik karanlık yerlerimi tanıyan 1-2-3-4 kişi dışında, bana geçmişimi hatırlatan tek yer burası. bi de günlükler var tabi ama kim durup dururken gidip günlüklere bakacak, kitaplığı taşımayacaksa... evet, kitaplığı düzenlemem, oda değiştirirsem taşırım. misal ben ev de süpürmem. gözüme çok batan toz topakları olursa bi havlu kağıtla toparlayıp çöpe atarım. ileride çocuğum olursa astım gibi hastalıklara bağışıklık kazandırmayı planlıyorum bu yöntemle. çok mantıklıyım di mi, hı hı evet.

al bunu dinle: Indila

son zamanlarda fena taktım. acıklı sesli bi fransız hatunun elektronik zımbırtılarla süslenmiş şarkıları.. kulaklıkla çok güzel gidiyor.

O değil de, şarkı TATU'nun all the things she said'ini hatırlattı nedense. Sahnede öpüşen lezbiyen rus şarkıcısı arkadaşlar, ilk çıktıklarında ne olay olmuşlardı. genç kız dergilerinde posterleri filan veriliyordu. şarkı da güzeldi. bu sene rusya'daki kış sporları olimpiyatları'nda kullanıldıydı bu şarkı da nası sinir olmuştum nası... putin bey, eşcinsel düşmanlığını konuşturmuştu halbuki olimpiyattan önce.. birilerine tepki olsun diye bi şeyler üretirsin, o tepki gösterdiğin kişi/kurum/her ne boksa alır ürettiklerini kendini övmek için kullanır. neyse bak şarkı dinlerken ordan oraya atlayıp kendi kendime sinirlenebiliyorum, ne güzel. bence tek başıma yaşayabilirim ben.

kendi kendime konuşup gülüşmeye ihtiyacım var diye geldim buraya ey varolmayanülke, boş yere başka beklentin olmasın.

bu sırada bilgi vereyim, sanırım sigara bağımlısı gibi bi şey oldum. 5 günde bi paket bitiriyorum. çok değil. ama cebimde bi paket olmazsa huzursuz oluyorum. aslında sigaraya biyolojik olarak bağımlı değilim, ona sahip olmaya bağımlıyım. nerde eleştirdiğim şey varsa ona tutulayım zaten. neydi o laf istemediğin ot burnunda bitermiş mi? onun daha ayıplı bi versiyonu vardı, onu yazsam okuması daha güzel olurdu.. ilerde okuyunca yanağımdan makas alırdım.. neyse artık.

şimdi düşündüm de, tatu rus muydu, şarkıları hep ingilizce? neyse ruslarla bi ilgisi varmış ki olimpiyatlarında çaldılar...

şimdi kalkmalıyım. giyinip çıkıp,hayata karışmalıyım. karışmanın sınırı ne? ben hep karışıyormuş gibi yapıyormuşum hissine kapılıyorum da.

boşverdik. susulsun.gereksizse sönsün.

akademik ilişkiler

az önce fark ettim ki, beni anlamasını beklediğim ama anlamadığını fark ettiğim hocama trip attım. mail gitti, dönüşü yok. rezil oldum mu, oldum. ben de böyle bir insanım, daha öğrenecek çoook şeyim var. ölmek için erken, bu tavrım, yaşamak için bi sebep daha doğurdu... adam bi daha cevap vermez tabi.. 

ah ah.. bizim bölümdeki hocaların dedikodusunu yapabileceğim bi hocaya ihtiyacım var. kime güvenebilirim, kim benim kafaya hoşgörü gösterir, kimle tez yapsam daha iyi... kim bana takmaz... hepsinde bi muhafazakar/islamcı tavrı sezdiğim için, kime yanaşacağımı, başıma ne işlerin açılacağını kestiremiyorum. ah bu ben... belki de insanların fikri önemli değil, belki anlaşacağız.. ama sendişe endişe.. 

sadece fikri değil bi de yetersizlik, odaklanamama sorunu var ki, iki senedir üstümden atamadım.


13 Mart 2014

kafa karışıklığı

bi şeyler yazayım dedim, yazdım yazdım sildim.

lanet olsun içimdeki, ağzından böcekler çıkan zenciye (hani şu yeşil yol'daki, başkalarının acılarını hisseden, çok yorgunum deyip bi yere kıvrılan...)

haberlerden bahsediyorum. herkesin acılarını hissediyorum. ortalık zaten acı kaynıyor. berkin elvan (öncekileri tek tek saymayayım)ın ölümü, cenazesi, insanları daha çok öfkelendirmek için söylenen tuhaf sözler... üstüne bi polisin ölümü, üstüne okmeydanında nasıl öldüğü hala şüpheli Burak'ın ölümü. bunların hepsi genç. hepsi hakkındaki kafa karışıklıklarını hissediyorum. Berkin'e üzüldüğüm kadar polise de üzülüyorum. düşünüyorum, neden üzülüyorum? belki zevk için insanların yüzüne gözüne sıkanlardandı, belki işkence edenlerdendi... ama belki de değildi? ya değilse? kesin kötü adamdır, diye düşünüp nasıl içini rahatlatabilir insan? belki mecburen ordaydı, belki en kısa zamanda istifa etmek istiyordu, belki olabildiğince kenarda durmak, idare etmek istiyordu. belki normalde masa başı görevdeydi, bi anda orda buldu kendini, belki istifa edemeyecek durumda, belki tehdit aldı amirlerinden...her şey olabilir. polis, simit sat, onurlu yaşa demek benim konumumdaki biri için kolay, ama onun hayatında, kafasında neler geçiyor bilemem ki? bizim istifa etmemesine bi bahane bulamamamız, cidden bi sebebi yok demek değil belki.. bu hoşgörüm nerden geliyor bilmiyorum. kendi hayatımda herkes benden bi şeyler yapmamı beklerken, benim yapmamak için kafamda kendimce sebeplerim/bahanelerim olması, empati yapmaya zorluyor beni belki de.

hala sokaktaki insanı (eylemcileri değil, tüm halkı kast ediyorum), bariz bi kötülüğünü görmedikçe "kötü adam" yerine koyamıyorum. onu anlamak istiyorum. akp mitingine giden, akp ye oy veren insanı anlamak istiyorum. yaşadığı, yetiştiği çevreyi anlamak, hayattan beklentisini görmek, farklarımızı (onu küçümsemeden) görmek istiyorum. dönüp dolaşıp beni sinirlendiren bi şey var: hala kafasını kuma gömdüğünü düşünüyorum ya, doğruları anlattığımızda ya da en azından şu yolsuzluk tapelerinden sonra artık uyanmasını istiyorum. uyanmayınca kızıyorum. ama kızdığım için biraz da kendime kızıyorum.

muhafazakar, hala akp sever halkı az çok anlıyorum da, tayyip'i anlayamıyorum. onun içinde bi köşede birazcık kalmış bi  iyilik bulmak, bu kötülüklerinin altında bi travma bulmak istiyorum. amacını anlamak istiyorum. komplo teorileri düşüyorum, kendim geliştirmeye çalışıyorum. bu kötü sözlerin sebebi ne olabilir? neden bu kadar nefret etmemizi istiyor kendisinden? anlayamıyorum. her insanın içinde iyi bi taraf vardır düşüncesine çok mu takılmışım nedir...

sokaklara dökülmemizi, kavga etmemizi istiyor belli. ben bunu istemiyorum. ölmek istemiyorum tayyip'in yarattığı bi kavgada. polise taş atmak istemiyorum. benim düşmanım polis değil, göstermelik düşman o. fikri olmayan, emir kulu olan bi insan ancak savaş durumunda gerçekten düşman olabilir. savaşta değiliz ki, eylemin etkisi geçince, iki gün sonra aynı polislerle Beşiktaş sahilde kafede yan yana oturuyoruz işte. belki biraz daha sakin durabilse tayyip, olay çıkarmasa, polislerden arkadaş edineceğiz, belki birine aşık olacağız bu arada. "öyle onursuz bi insanla arkadaş olmam ben" dememek lazım, ne onursuz insanlara saygı duyuyoruz zamanla, unutuyoruz çünkü. gazetecilerin, sanatçıların, siyasetçilerin kitleleri peşlerinden sürükleyen onursuzluklarını unutup, polislerin onursuzluklarını unutmamak imkansız ve onlara haksızlık. makamı büyük adamların pis fikirlerini savunması için parayı basıp ön saflara yolladığı piyonlar onlar.

akgençlerden birinin ölmesini de istemiyorum, hele ki çocuğun ölmesini hiç hiç istemiyorum. bireyler ölmesin diye sokağa çıkmamak çözüm mü? hayır. tüm düzelmeyi sandıktan beklemek, sandıkta iktidarı tayyip'e kaptırdığımızda o ne derse doğru olacağını kabul etmek demek olacak. elbette öyle olmamalı demokraaaağsiilerde, ama tayyip demokrasisi böyle işliyor işte.

işte bu yüzden bilmiyorum, tayyip'e, sadece o'na değil, bu pis düzeni destekleyen herkese nasıl karşı çıkılacağını. kalabalıklar içinde kaybolmak istemiyorum. tayyip'in kölesi olmak da istemiyorum. herhangi bi savaş uğruna kendimi yok etmek istemiyorum. eylemcilerin hepsiyle aynı değil fikirlerim ve hislerim. eylemlerimin, sözlerimin birilerinin malzemesi olmasını istemiyorum.

bu da benim kafa karışıklığımın notu olsun.

11 Şubat 2014

o değil de, başkasının başarısından veya mutluluğundan mutsuz olmanın tek sebebi kıskançlık ya da o kişinin kötü biri olması değil. senin o başarıya ulaşamadığını fark etmen, ulaşamayacağını düşünmen ya da mutlu olamayacağını düşünmen. ve bu durumunun büyük ihtimalle psikolojide bi ismi var, tedavi yöntemleri var.

7 Şubat 2014

bir kız duruyor karşımda. siyah beyaz bi  fotoğrafta. gözleri dik dik bakıyor. biraz kısılmış ama. gözlerini anlamlı, daha anlamlı göstermek için hafif bir göz makyajı yapılmış. siyah ağırlıklı. dudakları geniş, etli. etli deyince pornografik bi his veriyor, vahşi, ateşlli. ama onun dudakları sadece etli, kalın, geniş, ne dersen. onlar da hafif koyulaştırılmış, yaradılıştan gelen ufak pürüzler giderilmiş, çatlaklıkları yok edilmiş, ya da ince çizgiler.. çatlağı yoktu belki de sonuçta, ince çizgiler diyelim biz. gülümsemiyor. dudak uçları aşağı doğru eğilmiş. palyaço üzgünlüğü olacak kadar değil. üzgün değil zaten. sadece kararlı, isyankar belki, sadece gülünecek bir şey olmadığının farkında. gözleriyle dudaklarının duruşu uyumlu bir etki bırakıyor. anlamış. bir şeylerin altında saklanmaya çalışılan gizemi anlamış. oyununuza gelmeyeceğim diyor veya gelmiş görünüyorsam da bilin ki oyununuzun farkındayım, diyor. saçları iki yandan örülmüş ama dağınık. inatçı, umursamaz iki çubuk gibi fırlamışlar başının arkasından. onlar da gözlerindeki anlamla uyumlu, alnındaki dağınık kahkülleri de öyle. derin nefes almış ve bırakmadan hemen önce çekilmiş sanki bu fotoğraf. boynunun altındaki, her kadına seksilik katan kemikleri söylüyor bunu. boynunda ince, küçük, dikkat çekmeyen bir kolyesi var. hiç çıklarmıyormuş izlenimi veriyor. sırf dışarı çıkacağım diye kolye takmam, süslenmem ben, diyor sanki. bana her daim istediğim o zarif görüntüyü veren, anıları olan bi kolye bu. onun benimle bütünleştiğini bilirim, süs olsun diye takmam, beni tamamlasın diye takarım. tek bi kolyeyle birden güzelleştiğimi düşüneceğinizi bilirim. sizin için süslenmem, tek bi kolyeyle size göre her zaman süslüyümdür. bunu bilirim. bunu bildiğimi bilin, diyor. yaptığı o hafif makyaj şaşırtıyor bizi. oyunumuza uyum sağladığını gösteriyor orada da. çatlak, soyulmuş ya da  dolgun görünmeyen bir dudağı çirkin kabul edeceğimizi biliyor. kopkoyu bir ruj sürüyor bu yüzden. dudaklarını öyle bir şekle sokuyor ki, kalınlığını ortaya çıkarıyor. üst dudağının o yerçekimine direnircesine dik duran iki tepesini dudaklarınızla ısırma isteği uyandırıyor. bunu da biliyor. yüzüne pürüzsüzlük veren bir şeyler de sürmüş muhtemelen. bir sivilcenin tüm karizmasını alıp götüreceğini biliyor. gözümüzdeki tüm karizmasını elbette. tek bir sivilce, bir insanı ciddiye almamaya, onu çirkin görmeye sebep olabilir çünkü. bunu biliyor  ve kuralına göre oynuyor. doğal ve güzel olduğunu kabul etmemizi istiyor. üstelik aslında doğal olmadığını da bilmemizi istiyor. bildiğimizi biliyor. bizim hem saf güzellik ve anlamlılık aradığımızı, hem de güzellik anlayışımızın bu saflık arayışına uymadığını bize çaktırmadan fısıldıyor. bıyıklarını almış mesela. dudaklarının üzerinde hafif bir karaltı görsek, ne kadar farklı düşünecektik onun hakkında, biliyor bunu.  her şeyi biliyor, görüyor. çelişkilerimizi bize göstermek ve bunu hiç konuşmadan yapmak istiyor.

o kız bu kız
hep bi çözüm bulmak üzerine yazılar. hatalarımı gördüm, şunlar şunlar şunlar... bundan sonra değiştiricem hayatımı, o hataları  bi daha yapmıycam temalı yazılar. ya da şikayet yazıları. birilerini, olayları , haksızlıkları şikayet. şikayet de çözüm üretme isteğinin ürünü aslında. söylenmeyen yanlış, doğru kabul edilir çünkü. dile getirilmeyenler, kabul ediliyor demektir. sükut ikrardandır. çünkü sorunlar çözülmek için vardır.

ama üretilen çözümler genellikle, çoğunlukla, hepe yakın düzeyde, neredeyse hepsi, most of them, işe yaramaz. çünkü zaten çözebileceksen gider çözersin, çözdükten sonra da yazmazsın zaten. en azından sen öylesin. bıdı bıdı konuşmazsın zaten, senin algı düzeyine göre çözülebilir bir şeyse. kaçmak için yazarsın. bak çözmek için bi adım atıyorum, yazıyorum, demek için kendine. yazdıklarının çoğu yani most of them başkalarını değil, kendini ikna etmek için. hatta bu blogtakilerin yani varolmayanülkedekilerin hepsi öyle. kimseyle paylaşmıyorsun zaten. demek ki iddialarını kabul ettirme gibi bi iddian yok. sen busun aslında. sen sadece varolmayanülkedeki insansın. yazan parmaklarsın, düşünen/düşünemeyen beyinsin. burdaki duygulardan ibaretsin. klavyesin sen. kalem yok çünkü artık hayatında. bardak gibi bir şey o. kahvesin sen, bardak değilsin ya hani, onun gibi, kalem sadece bi not alma aracı artık senin için. gerekli notlar için. yarın yapacaklarını unutmamak için gerekli. ama klavye öyle mi. harflerin yerini biliyorsun artık. on parmak olmasa da yedi parmak filan yazıyorsun. q klavyesin sen. aq da diyebiliriz. varolmayan bi ülkede yaşayan bi klavyesin.

çözüm üretme. bu ülkene hakaret etme. kullanma burayı. varolan ülkene uyum sağlamak için kalkıp burda kendine tavsiye verme. burdaki bu karanlık ve beceriksizlikle barışmış halin, seni nasıl ofis ortamına hazırlayabilir ki? sokaktaki ya da binaların içindeki insanlardan gizlediğin bu vatandaş, bu tutunamayan yüz, seni nasıl gazlayabilir? uzun uzun yazmak, kaçmak. burdaki tek aktiviten bu. izlenmediğini, okunmadığını bilmek. ya da okuyan 3-5 kişinin de var olan ülkendeki hayatına bulaşmayacağını bilmek. seni işe alacak biri yok burda okuyanlarının arasında, ya da sana toplum içinde giymen gereken kıyafetleri, hangi kitapları okursan daha karizmatik olacağını, göbeğini eritmen gerektiğini söyleyecek biri yok burada. burada çoğu zaman kimse yok. yeryüzündeki cennetin burası. cehennemindeki sorunlara burda çözüm aramanın sana ne faydası olur? büyükadaya gidip mecidiyeköydeki cehennemi şikayet etmek, ordaki trafiği adada çözmeye çalışmak gibi bi şey bu. kim yardım edebilir sana? insanların üstüne üstüne gelişini adadaki biri nasıl durdurabilir?

senin için problem demek, asla çözülemeyecek bir şey demek. toplumsal sorunlar da öyle, kişisel sorunlar da öyle. problem deyince kronik problem canlanıyor kafanda. halbuki insanlar, en azından oranını bilmediğim "çoğunlukla" diyemeyeceğim bir kısmı, "problem çözülmek için vardır" diyor ve böyle yaşıyor hayatını. belki de bu yüzden mühendis değilsin. problem çözmekten zevk almıyorsun. problem seni korkutuyor, problemin olduğu yerden koşarak uzaklaşmak istiyorsun. kavga eden, tartışan insanlar o yüzden korkunç geliyor sana.

yazdığın yazıyı gözden geçirmeden yayınladığın yer burası. öyle bi duygu boşalması, öyle bi umursamama halinin yeri burası. ssana şunu yap bunu yapma diyemem, o da bi çözüm üretme çabası olacak zira, ki boş bi çaba. biliyorum, üöç gün sonra diyeceksin yine "bundan sonra şunu yapmaya karar verdim" diye.


1 Şubat 2014

bok


yine iş aramaya karar verdim. uzun zamandır aktif olarak aramıyordum, yani oraya buraya mail göndermeli, telefon etmeli, kariyer.nette cv doldurmalı, tanıdık bulmalı filan...

cvlerimi yeniledim. bikaç editörlük ilanına göz attım, kabul etmeyeceklerini bile bile başvurdum.
mail hesabımın arama çubuğuna "iş başvurusu" yazdım. dönem dönem hep benzer işlere başvurmuşum. editörlük çevresinde dönüp duran işlere. editör yardımcısı da olur, veri girişi de olur, maksat işi öğrenmek...vs...maksat sıçtığımın hayatında az çok sevdiğim 3 eylem olan yazmak-okumak-araştırmak la birleştirebileceğim bi iş bulmak. insanı az harfi bol bi iş.

bi yerden sonra editörlükten hayır gelmeyeceğini anlayıp "ne iş olsa yaparım" işlerne başvurmuşum. veri giriş elemanı, satış elemanı vs... mühendislik yapmamak için şu yaptığım şebekliklere bak. halbuki babamı dinleseydim, önce bi mesleğimi elime alsaydım, bu toplum içinde hep kıçıkırık görülecek işler yerine ağzına sıçtığımın gerzek mühendisliğini yapsaydım. sakız üretim hattı hayatımın en önemli olayı olsaydı. kalite, planlama, üretim, satış, verimlilik, maya, küf, lab, petri kabı, mikroskop, hassas terazi, beher, erlen, üretim hattı, şişeler, lingo lingo şişeler... ne kadar eğlenceli. gebze olur, beylikdüzü olur, o tip...sample alıp vermeler olur... eğitimler olur misal neydi o KPDS mi KGS mi kalite sistemleri vardı... BRC vardı mesela bi tek taşşaklı firmalar alabiliyordu. kalite sistemleri , çok önemli.

işte bunları sevmeyince insan bilemiyor ya da bilemeyince sevmiyor. (bi teknik resmi bi de rakı üretiminde rakının tarihini araştırmayı sevdim bu sıçtığımın bölümünde. ki rakı fabrikası tasarımında rakının tarihi hiç bi işe yaramıyor, dolayısyla derste de puan verilmiyor bu bilgiye.) ya da bunlar beni sevmiyor. beni seven ya da benim sevdiğim bi iş var mı? şımarık mıyım ben?

muhtemelen evet. parasız kaldıkça ondan bundan buluyorum. hiç yüzsüz bi insan değilim aslında bu durum cidden gururuma dokunuyor. o zaman nerden geliyor bu çalışamama lüksü?

2 Ocak 2014

fakir edebiyatı

daha iyisini görmeden yaşamak lazım azizim.bu kestirme sonuca bi sinirle varıldı belki.. belki 1 hafta sonra okuyunca çok saçma gelecek.. ama olsun.

mahallende soba yanıyorsa mesela, soba kokusunun, kömür kokusunun duyulmadığı, garipsendiği mahallelerde çok dolaşmayacaksın. paran yoksa avm ye gitmeyeceksin. zenginlerin olduğu hiçbi yere gitmeyeceksin. mahallenin bi sokağının başından aşağı sallanan yokuş manzarasını severken sen, uzaklarda bi yerlerde yalıları arkana alıp deniz seyredebileceğin bi mekanın varlığından haberin bile olmayacak. yoksa o yokuş, güzellik olmaktan çıkar, işkenceye dönüşür artık.

ya da makarnayı güzel yapıyorsan ve  sana acayip güzel geliyorsa tadı, ziyafet yemeğin menemense, 3ü1arada kahveler keyifse... lüks restoranda fesleğen soslu makarna yemeyeceksin mesela, starbucksta kahve içmeyeceksin. allah muhafaza, kendi yaptıklarından çok sevdin mi onları, sıçtın demektir, gel de yaşamaktan zevk al bi daha. evdeki kahvenin ayarı hiçbi zaman tam gelmeyecek artık sana, şekeri fazla olacak, kahvesi adi/ucuz kokuyor olacak. makarnan için alsan bile malzemeleri, kendin yapsan bile, orda, o servis tabağında yediğin gibi olmayacak hiçbir zaman.

paran azsa, kendine "kırk yılda bi" ziyafet vermeye kalkmayacaksın arkadaşım. can bu, bi kere gösterdin mi, her zaman diğerlerini küçümser, hep en iyisini ister.

şimdi sen gittin modada dolaştın ya, ya da adada, temiz kokan sokaklarda, floryada... kedilerin bile sakin, huzurlu baktığı sokaklarda.. sen şimdi nasıl yürürsün bu pis, çöp dolu, kömür kokan, köşelerde farenin, akrebin dolaştığı sokaklarda? orda bu sorunları belki hiç görmemiş/görmeyecek insanlar varken, orda belki başka bir ailede doğsaydın şu an içinde olacağın o rutubetsiz evler varken... onların var olduğunu bilirken...

neyse yavrum, sen yine boşver bunu. çalış, belki bi gün senin de olur. olmasa da olur aslında. hayat metadan ibaret değil. meta ile mutlu olunmaz. metasızlıkla da olunmuyor. demek ki başka bir yolu var bu işin. demek ki içeride, senin içinde, kafanda ya da kalbinde başlayacak-bitecek her şey.

başta söylediğimi boşver, elindekiyle yetin dedim ya, boşver onu. kafanı kuma gömüp yaşayamazsın sonuçta. ki dediklerim doğruydu, daha iyi yemeği yediğin an, ucuz yemekler sıradan olur artık, ayda bir gün kendine çekeceğin ziyafeti iple çekersin. ama elinde olan buysa, diğer yemekleri zehir etme kendine, ucuz yemeklerden de tat almayı unutma. sokak kömür mü kokuyor? kokar, mantıklı. camı açma o zaman. daha az koktuğu bir saatte aç. bunu kendine "hayata küsme malzemesi" yapma sadece. 2. el kıyafet giymekten aldığın zevki unutma. avm insanı olmaya çalışma. yeni çıkan filmleri takip etmeyiver, her filmi 3 boyutlu izlemeyiver, o kadar sık tiyatroya gitmeyiver, orta yaşlıların gittiği çay bahçesinde, plastik bardakta içiver çayı. gerçekten cam bardak mı sana keyif veren? o zaman okuma o kitapları hacı, meta ise senin mutluluğunun tek kaynağı, insanlar hakkında yazılmış hiçbir şeyden bahsetme bana.