15 Ağustos 2010

RAMAZAN ŞENLİĞİ'NDEN İNSAN MANZARALARI

Selam sana var olmayan ülkem!

Dün başka bir ülkedeydim, onu anlatacağım sana şimdi:

Malum Ramazan günleri ve mekan: Sarıyer Belediyesi'nin İstinye'deki Ramazan şenliği.

Şenlik alanına girişte hafiften br araç kalabalığı. Giriş kapısının iki yanında CHP çalışanları "referanduma hayır" diyen el ilanları dağıtıyor "memleketimiz için hayırlısı olsun efendim" diyerek. ("Hayırlısı olsun" diyen CHP liler görmek neden bana garip geliyor?Önyargı ve ikiyüz paranoyaklığından). Dalga geçen gülüşümle "amin" diyerek alıyorum ilanı, asla yere atmam, daha sonra incelemek üzere çantama atıyorum. Şimdi siyasetle kirlenme zamanı değil, şenlik alanındayım!

Gözlemleyen bir ben ve kitap ahalisiyle yeni tanıştığımız günlerde okuduğum ama gerçeğini hiç görmediğim "panayır" alanı. Lunapark, çocuklar, anne babalar, kur yapmaya gelmiş gençler, acele para kazanma derdinde olan lunapark çalışanları, satıcılar...

Dönme dolaplar (dönme'si anlaşılabilir de neden "dolap" denmiş acaba?), gondollar, balerinler, çarpışan otolar, atlı karıncalar, trencikler... Sigaraya halka fırlatmacalar, at yarışçıkları, balon vurmacalar... İncik boncuk kıyafet satanlar ve tabi yiyecek satanlar...

Tüm bu "gençlik" tantanasının biraz ilersinde konser alanı, "yetişkinlere" yönelik konserler...

Ama ben buraya çocukluğumu kuyruğundan tekrar yakalamaya gelmişim, ne işim olur yetişkinlikle...Diyorum ki bi şeye binmeliyim, cumartesi akşamı evde oturup TV izleyenden bi farkım olmalı.... Ama neye binebilirim? En son geçen sene gondola bindiğimde zamanın hızlı geçmesini, bi an önce inmeyi istemiştim... Ağzımı açıp çığlık bile atamamıştım ki, attıkça rahatlanıyormuş... Benden geçmiş böyle şeyler, cümlesini kurmuştum hemen, insan bu ve benzeri cümlelerle yaşlanmasını hızlandırıyor ya, neyse.

Çarpışan arabalarsa oldum olası saçma gelir, daracık alanda araba sürermiş gibi yapıp çarpışınca sevinmek... Deli saçması.. (delilere saygım sonsuz ama, bu yapmacık bi deli saçması gibi geliyor napayım!)

Trenciklere falan sığamam bu bedenle ki çok yavaşlar...

Gözüm yükseklere çıkıyor birden...Dönme dolap!! Hem yavaş, hem yüksekte (istinyeden manzara güzel)! Daha ne olsun...

Bu arada yalnız değilim, ablam yanımda ama bu işi yalnız yapmak da ayrı bi zevkli olurdu, diyorum içimden...

Hemen jeton almaya koşuyoruz. Tüm lunapark oyuncakları için tek bir gişe açmışlar. İnsanlar bi oyuncağa binmeye karar verince heyecanlanıyorlar tabi (benim gibi), sıra falan hak getire, hurraaa jeton almalıyız... Kimse önüne geçene kızmıyor, ona kızmaya bile vakti yok çünkü. Bense hem sıraya giriyorum (kafamda bi sıra oluşturmuşum, benden önce ve sonra gelenler diye), hem de önüme geçene kızmıyorum. Belgeseldeyim çünkü şu an, başrolde onlar var, izleyiciyim ben.

Ama yanımda ablam izleyici olduğunu düşünmüyor tabi, sinirleniyor, "bizim halkımız böyle işte!" diye cıkcıklıyor... boşver, bile demiyorum, izleyiciyim ben, O'nu da izliyorum.

Dönmedolaba doğru ilerliyoruz. İnsanlar dipdibe, sıyrılarak geçiyoruz aralarından. Herkes birbirine şikayet ediyor kalabalıktan.

Vee biniyoruz dolaba. Yavaş yavaş yükseliyoruz, sonra alçalıyoruz. bi an arkamızda olan, sonra önümüze düşüyor... Bizden sonraki beşikte 3 oğlan çocuğu var, ilkokul çağında. Önceki beşikte ise anne kız var. Anne 30 yaşlarında, kızı ilkokul çağında. Gözlerini açamıyor anne, "tut beni" diye kızına yalvarıyor... dönme dolaptayız, hatırlatayım. Bi an belgeselimin içine giriyorum, bu yaşta gondola binemeyen o yaşta da dönme dolaba binemez! Korkuyorum, daha çok adrenaline ihtiyacım var, diyorum...

Tahmin ettiğimizden uzun sürüyor dolap yolculuğumuz, yere yaklaşırken ineceğimizi sanıyoruz, sonra tekrar yükselince seviniyoruz. Bu yüzden mutlu oluyoruz! İşte cumartesi akşamı evde TV karşısında oturup izleyecek bi şey bulamamaktan şikayet edenlerden bir farkım oldu!!

Bir sonraki lunapark akşamımda pamuk şeker yiyeceğim...

İnerken fark ediyorum ki, lunapark çalışanlarının hayatları da bi belgesele değer. Ne öyküleri vardır kim bilir...

Bir tur daha lunaparkta...ve yetişkinlerin konser alanı.

Bir Karadeniz kızı coşturmaya çalışıyor dinleyenleri. Bir köşede 5 kişilik bir grup horon tepiyor. Ama o nasıl bir tepiş! İşte diyorum adrenalinin bir damlası da burada (aslında arayana her yerde)... Biri kadın dördü erkek. 20 küsür yaşlarındalar. Güçlü vücutlar. Hep kadına gidiyor gözlerim. Nasıl da güçlü... Erkeklerin güçlü olması fark mı, değil. Bir kadının"güçlü" olması ne demektir ? Fiziksel güç değil bahsettiğim, duruştaki güç, bakışlardaki umursamazlık, kendine güven...

İşte hayata artı katan insan!

Nasıl bir hayatı var kimbilir, annesi de güçlü bir Karadeniz kadını mıydı? Nasıl başardı erkeklerin arasında kollarını kendi istediği yöne götürmeyi?

Onları izleyenlere bakıyorum, dişi cinsinin hepsi kadını izliyor. Bu kadının yerinde kendi kızının olmasını istemeyecek bir anne bu kadına hayranlıkla bakıyor. Selam sana var olan ülkem!

Bakıyorum, o annelerden ne kadar çok var konser alanında... Yanlarında tasma taktıkları kızları isyan dolu bakışlar fırlatıyorlar. İplerinin yettiği kadarıyla arkadaşlarının yanına gidiyorlar. Kimbilir ne yasaklardan bahsedip vicdan azabıyla dolu şuh kahkahalar atıyorlar.

Aileler var, bir çemberin dışına çıkamama hissi veren.

Aileler var, baba kız göbek attıkları için huzur bulduğum.

Bakışlar ne kadar geveze, anlatıp duruyorlar hikayelerini!

Fuat Saka çıkıyor sahneye. Garip cümleler kuruyor. "500 sene önceki baskı toplumu" diyor bi ara , "ne olur şarkı türkü söylemek de ramazan eğlencelerinden biri olsa!" diyor (kafada soru işareti, zaten öyle değil mi işte..laf soktu ama kime?)... Güzel şeyler demek isteyen, kafaları kurcalayan bir sanatçı. Sanatçı işte, normal bi laf mı bekliyordum ki, deli ne de olsa!

Sonuna kadar kalamıyorum konserin. Ayaktayım, yoruldum, eve dönmek uyumak isteği... bi de horon tepmeyince Karadeniz müzikleri bir yere kadar çekiliyor, üzgünüm...

Kısacası var olan ülkemde durum böyle sevgili Varolmayanülke'm...

Yeni belgesellerde görüşmek üzere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder