2 Ekim 2010


HUZURSUZ BİR FİLM

Siyah Beyaz filmini izledim. Boş bir film sayılabilirdi, izleyicinin bakış açısına göre: Her akşam barda toplanıp içen, yalnız, bi baltaya sap olmamaış (olamamış değil), evlenip çoluk çocuğa karışmamış insanlar. En "normal" olanı, doktoru karısı terk etmiş, bozulmuş.

Zengin ama belli ki çalışa çalışa zengin olmuş insanlar. Yani tam anlamıyla "baba parası yiyen" tuzukuru tiksintisi uyandırmıyorlar. Samimiyetleriyle bi şekilde sevdiriyorlar kendilerini. İşlerini iyi yapmalarıyla deseeem, değil, hiç alakası yok.

Çünkü mesela Ayten'in (Şevval Sam)ne iş yaptığını bile bilmiyoruz. Sadece soğuk bir iş kadını olduğunu biliyoruz. Yine de olmayan göbeğiyle savaşı sıcak geliyor, seviyoruz.

İhtiyar zaten ressam, ama ne kadar iyi bir ressam, bilmiyoruz. (Resim yaparken kendi kendine kavga etmesi bir ipucu olabilir belki).

Bar sahibi Faruk istisna. Belli ki işinde epey iyi, 25 yıldır Siyah Beyaz'ın sahibi.

Doktorun da iyi bir doktor olup olmadığından emin değiliz (Dr. House misali bir havası yok). Fakat iyi bir insan olduğunu anlıyoruz tanıdıklarına telefondan doktorluk yaptığını görünce, acıyarak sempati duyuyoruz.

Avukat Muzaffer artık çalışmıyor, emekli olmuş. Ancak benim gibi nostalji delisi iseniz emekliyken pikap tamiriyle uğraşan bir adamı -kişiliği nasıl olursa olsun- seversiniz.

Rıza zaten güleryüzlü barmen. 15 yıldır diğerleri muhabbet ederken hizmet eden kişi. Çevresinde dönen muhabbetlere kulak asmıyormuş gibi görünmeyi becermek işinin bi parçası.

Film boyunca bunların akşam sohbetlerini izliyoruz. Hayatlarındaki ufak tefek değişiklikler; ölümler, kalımlar, karşılaşmalarü kavuşmalar, ayrılmalar... Kadınların kilo vermek gibi gereksiz dertlerinin kaynaklarını düşünüyoruz.

Tüm karakterlerin yalnız olması rahatsız ediyor sadece. Mesela Faruk'un neden hayatında hiç kadın yok? Hadi diğerlerinden az çok aşk hikayeleri dinliyoruz da... Köpeğiyle yaşayan ve hayatını bara adamış bir adam. Karısı Paris'e gitmişmiş... Başka hiç fikrimiz yok. Paris'e gitmesi de şaka mıydı yoksa? İçe sıkıntı veriyor Taner Birsel'in karakteri, Faruk. Tüm o sıkıntıya rağmen mutlu mutlu rol yapıyor, anlayamıyorsunuz nasıl mutlu olabildiğini!

Ayten... Özgür, kendi parasını kazanan, yalnız yaşayan, kendine güveni tam olan bir kadın. Her erkek yetemez O'na, bakışlarından bile anlaşılıyor. Evli bir adamla yaşadığı, kendisini doyurmadığı gayet açık olan bir maceranın bitmesine nasıl üzüldüğünü görüyoruz. Güçlü olmak yetmiyor, dedirtiyor bize, hayatta başka şeyler de lazım.

Kısacası tüm karakterler kendini sevdirirken biraz da rahatsız ediyor. Tek huzur veren Rıza. Hatta O bile değil, başkaları muhabbetin doruklarında içerken, o nasıl hala güleryüzle hizmet edebiliyor! Mecburiyeten olduğunu sanmıyorum. Yalancıktan böyle güzel gülümseyebilir mi insan...?

Filmlerde çekilen acılarla aynı oranda şefkatle başı okşayan bir yüz görmeye alışmışım, hep onu arıyorum. Bu filmde de sığınacak bir kucak aradım ama yoktu. Paranın, maddi olanakların bolca bulunduğu, acıların çocuğunun olmadığı bir ortamda huzursuzluk... Çözümsüz huzursuzluk...Kurtarıcı yok. Ama hayattan nefret ettiren değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiren, bağrına bastırtan o yağmur kokulu güzel sıkıntı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder